Kaybedenler Kulübü: Bir Kadıköy Röportajı

Kaybedenler Kulübü: Bir Kadıköy Röportajı

Farkındayız, biraz “Kadıköylü kayırmasına” dönüştü iş. Önce Şenol, sonra Müfit, şimdi de Kaan Çaydamlı ve Mehmet Öztekin. Ne yapalım ki Kadıköy böylesine bereketli bir arazi. Metrekareye bin tane kültür mantarı düşüyor. Yoksa sakın “aman bunlar da pek konformist çıktı canım, oturdukları yerden iş yapıyorlar” diye düşünmeyin. İcabında sıkı bir röportaj için Fizan’a bile gideriz! Nitekim bu röportaj için kalktık taa Acıbadem’e gittik, Mehmet’in evine.

Farkındayız, biraz “Kadıköylü kayırmasına” dönüştü iş. Önce Şenol, sonra Müfit, şimdi de Kaan Çaydamlı ve Mehmet Öztekin. Ne yapalım ki Kadıköy böylesine bereketli bir arazi. Metrekareye bin tane kültür mantarı düşüyor. Yoksa sakın “aman bunlar da pek konformist çıktı canım, oturdukları yerden iş yapıyorlar” diye düşünmeyin. İcabında sıkı bir röportaj için Fizan’a bile gideriz! Nitekim bu röportaj için kalktık taa Acıbadem’e gittik, Mehmet’in evine.
“Kaybedenler Kulübü” filmi değildi aslında bizi bu röportaja sevk eden. Şenol Erdoğan ile yaptığımız röportajda Kaan Çaydamlı “fenomeni” ister istemez ön plana çıkınca bir punduna getirip Kaan’la röportaj yapmayı koymuştuk kafaya. Ama tanıyanlar “mendeburun tekidir, kimselerle konuşmaz öyle” dedikleri için “bir başka bahara” bırakmıştık bu fikri. Mehmet Öztekin ise çalışmalarıyla göz dolduran bir yetenek olduğu ve “camiaya” yakınlığı nedeniyle çok keyifli bir röportaj vereceği hissini uyandırdığı için ajandamızdaydı zaten. Ulvi aradı Mehmet’i ve uygun bir tarih için randevulaştık.
Mehmet telefonda k.çımızı tavana vurduran bir şey söyleyiverdi: Kaan Reportare’yi görmüş, çok beğenmiş, “ulan ben nasıl akıl edemedim böyle bir şeyi, çok güzel olmuş” demiş. Bununla da kalmayıp, “röportajlarından birine ben de katılsam da fotoğrafları ben çeksem” demiş. Durur muyuz hiç? Hemen “Ee, seninle yapacağımız röportaja Kaan da gelsin?” dedik. Kaan’ın röportaja katılacağını tahmin etmiyoruz tabii ama bir punduna getirip iki soru da Kaan’a sorar, emrivaki yaparız hesabındayız yani… Ama tahminimizde yanıldık. Kaan Çaydamlı fotoğraf motoğraf çekmedi, röportaj konuğumuz oluverdi Mehmet’le birlikte.
Kısacası bu tam anlamıyla “bir taşla iki kuş” röportajı oldu. “Kaybedenler Kulübü”nün ağır abisi Kaan Çaydamlı ve onun hikayesini büyük bir ustalıkla senaryolaştıran Mehmet Öztekin’i aynı masada buluşturup yaklaşık 5 saatlik bir röportaj yaptık.
Pek belli etmemeye çalıştı ama Kaan çok sıkıldı bu röportajdan. O sıkıldıkça biz eğlendik. Bir ara kafamıza bir şey fırlatacağından endişelensek te kazasız belasız bitirdik röportajı.

Röportaj: Ulvi Yaman & Sinan Dirlik 29.03.2011
Fotoğraflar: Ulvi Yaman & Sinan Dirlik

-
ORİJİNAL HABER LİNKİ
RÖPORTAJI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!

kaybedenler kulübü bir erken doğumdu. radyoculuğun bugünkü noktasında ancak yapılabilecek bir projeydi…”

Sinan: Gerilmeyin, sadece sohbet edeceğiz. Formatımızı biliyorsunuz zaten?
Kaan Çaydamlı: Evet, formatınıza göre sen provokatörsün! Tespit ettik onu! (Kahkahalar)
Sinan: Yayınlanmasını istemediğiniz konulara girersek uyarırsınız bizi.
Kaan Çaydamlı: Yok abi, ne söylersek o.
Ulvi: Şenol’unkinde canımız çıktı tabii! Neresini keseceğiz, ne yapacağız diye! (Kahkahalar)
Sinan: Evet lütfen! Çok küfür etmezseniz seviniriz yani. Bir noktadan sonra düzeltmeye çalışırken anlamı korumak için k.çımızı yırtıyoruz.
Kaan Çaydamlı: Bütünü içinde değil mi?
Sinan: Bir noktaya kadar argoda sorun olmuyor da… Aşırı argo sözcükleri değiştirince, sohbetteki lezzet metne yansıyamıyor. Yok, küfür edecekseniz edin de…
Ulvi: Edin de yani adam gibi edin! (Kahkahalar)
Sinan: “Kaybedenler Kulübü” Filmi üzerine konuşmayacağız sizinle. Asıl derdimiz “Kaybedenler Kulübü”nün kendisi, kendi hikâyesi. Sizin kişisel serüvenleriniz… Filme de gireceğiz elbette kıyısından bucağından.
Mehmet Öztekin: Ben de onu tercih ederim doğrusu.
Sinan: Mehmet, ortada bir hikâye var. Bu hikâyeyi anlatılmaya değer kılan şey neydi sence?
Mehmet Öztekin: Hmmm… Benim İstanbul’a yeni geldiğim dönemdi.
Ulvi: Eskişehir’den mi?

Mehmet Öztekin: Yok İzmir’den… Daha önce hiç bir yerde söylemedim, ben bir radyo programı yapıyordum zaten o yıllarda. “Gamlı Baykuş” adında bir programdı… Yani radyoculukla çok ilgiliydim o dönemde. Özel radyoların yeni açıldığı dönemdi. “Gamlı Baykuş”, format olarak Kaybedenler Kulübü’nün tamamen aksi yönde bir radyo programıydı. Mesela Nirvana’ya özel bir program…  Sırf o Seattle Sound’dan bahsedip, teknik bilgi verip, hiç bir telefon bağlantısı almayan bir programdı. Yani istekten tutun da canlı bağlantı, ıvır zıvır, övgü yergi telefonu almayıp, radyoda sadece iki saatlik bir program yapıp bitiriyordum. Konsept programlar yapıyordum… Aslında biraz saçma bir hareketti, çünkü o dönem tam da özel radyoların kurulmasıyla radyoda özgürlüğün başladığı dönemdi ve ben TRT formatında bir program yapıyordum!  Kaan’la tanışmamız o döneme denk geldi. Bir ortak arkadaşımız Kaan’dan çok bahsetmişti bana. Derken sinema sevdasıyla İstanbul’da olmak gerektiğinde Kaan’da kalmaya başladım.
Sinan: Neredeydin o zamana kadar?
Mehmet Öztekin:
 İzmir’deydim. Okuyordum. Radyo çok fazla hayatımdaydı son 2-3 yıl boyunca…
Kaan Çaydamlı: Radyo yönetiyordun sen galiba?
Mehmet Öztekin: Ha evet! Radyo yönetme işi Antalya’daydı. Program yapıyordum Antalya’da. E Medya’nın yeni kurduğu radyonun başına geçmiştim bir dönem. 3-5 ay orada kaldım.
Sinan: Radyo sevdasından sinema sevdasına?
Mehmet Öztekin:
 Radyo artık tiksinti verici bir hale geldi benim için. Radyo dinlemez hale geldim, o kadar yani. Ama korkunç film seyrediyordum bak. Mesai gibi… Günde dört tane film seyrediyordum. Abartmıyorum, her gün üç ya da dört film… O yüzden de radyo dinlemeye zaman kalmıyordu zaten.  Bu arada işte Taksim’e gidiyorum, o zamanlar Hanif Han’da çalışıyorum, yapım şirketinde. Radyo da Gümüşsuyu’nda… On dakikalık bir yürüyüş mesafesinde yani…  On dakikalık mesafede ama, nadiren gidiyorum radyoya. Hani eğer çok da yapacak bir iş yoksa, gidecek daha iyi bir yer yoksa falan Kaan’la konuşuyoruz, “haydi gel radyoya” diyor, birkaç bira alıp gidiyorum. Orada, stüdyoda öylece oturup dinliyorum onları. Ya ben radyo programını radyoda dinlerdim. Öyle herkes gibi evde radyo açıp dinlemezdim yani… (Gülüşmeler)
Sinan: Canlı canlı?
Mehmet Öztekin:
 Gerçi evde de radyo yoktu ki, nereden dinleyecektim yani? Neyse, yine bir akşam stüdyoda Kaan’ları dinlerken,  bir trenin üzerine konan bir arı hikâyesi anlatmaya başladı herif! Zaten ara ara dinlerken, ağır laflar ettiklerine birçok kez tanık olmuştum. Bana göre çok iyi program yapıyordu herifler. Ama o hikayede beni etkileyen şey ritmdi… Şimdi çok fazla hatırlamıyorum hikayeyi ama çok iyi hatırladığım bir şey var. Dinlerken hikaye bir anda korkunç bir görsellik kazanıvermişti kafamın içerisinde. Acaip, sürreal bir sürü görüntü. Kaan hikayeyi anlatmaya devam ederken bir süre sonra koptuğumu hatırlıyorum. Bir ritm oluştu kafamın içerisinde.  Bu benim sinemada çok inandığım bir şeydir. Bir ritm başlar ve artık o dakikadan sonra kendi yolunu kendi bulur! Sizin ne yazdığınız, ne oynattığınız, ne çektiğiniz önemli değildir. Yani film, kendi şiirini kendi yaratır. Kaan’ın anlatımında da öyle bir atmosfer doğdu. Çok ilginç bir yere, hikayenin tam kırılma noktasına geldi ve çok dağıttı hikayeyi… Toparlayamayacak diye düşündüm, hatırlıyorum inanılmaz bir şeyle nasıl toparladı, toparlayıp bitiriverdi… Hikaye bitti ve Kaan hemen hiç vakit kaybetmeden tekrar standardına döndü. İşte bir telefon çaldı ve “sizinle yatmış mıydık?” “hayır!”… Kaybedenler Kulübü formatına dönüverdi…  Kaan’ın arada anlattığı bu trenin üzerine konan arı hikayesi beş dakika falan sürdü. Ve o hikâyeyi bitirdiğinde kafamda beliren görsellik üzerin “bunu yazmak istiyorum, senaryolaştırmak istiyorum” dediğimi hatırlıyorum. Ki ilk yazdığım Kaybedenler Kulübü’nün açılış sahnesi böyledir zaten. Radyodaki Kaan karakterinin sesi altında böyle görsel bir şey vardır, bir sekans vardır… Radyo stüdyosunda bir flaşın patlamasıyla biter. Yani stüdyoyu sadece bir saniye görürüz bütün o sekans içerisinde ama sesi hep duyarız. Ben o sahneyi daha sinopsisi yazmadan önce yazmıştım bile… Bunun senaryosunu yazacağım dediğim anda o sahneyi yazdım ve bir kenara koydum. Ondan sonra sinopsise oturdum. Benzer bir şey bu senaryoda da oldu. Bu senaryoda da önce final sahnesini yazıp kenara koydum, sonra oturdum ikinci versiyonunu yazdım.
Sinan: Programın üzerinden yıllar geçti. Yıllar sonra bu hikâyeyi bir sinema filmine dönüştürmeyi tetikleyen şeyi merak ediyorum. Bugünün izleyicisini enterese edeceğini düşündüren şey nedir sana?
Mehmet Öztekin:
 O biraz benim yaklaşımımla ilgili tabii…
Sinan: Bak ama, sorudaki şeye bak! (Gülüşmeler)
Mehmet Öztekin:
 Bir ağırlık var, yani ne yapacağımı şaşırdım! (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı: Ben bir tek Ulvi’nin sorularına cevap vereceğim! (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin: Şimdi orada şöyle bir durum var. Aslında her hikaye anlatılmaya değerdir. Eğer sen onu doğru aktarabiliyorsan elbette. Anlatılan şeyin çok fazla bir önemi olduğunu düşünmüyorum, önemli olan onu doğru anlatabilmek, doğru aktarabilmek. Kaybedenler Kulübü için de böyle. Bunun üzerinde çok düşündüm, biraz şuna benziyor: piyanonun icat edildiği dönemde Beethoven gibi birinin dünyaya gelmiş olması, bugün doğmuş çok iyi besteciler için çok büyük talihsizlik mesela… Bence Kaybedenler Kulübü’nün özel radyolar furyasındaki durumu buydu. Aslına bakarsan Kaybedenler Kulübü gibi bir program ancak bugün yapılmaya başlanabilirdi…
Sinan: Bir tür erken doğum muydu yani?
Mehmet Öztekin:
 Evet, bence bir erken doğumdu! Nitekim bu senaryoyu çok yere götürdüm ben. Öyle bir an geldi ki, “yok, bu iş olamayacak, bunu bir kenara koyalım” dedik. Senaryoyu götürdüğümüz herkesin tavrı, yorumu aynıydı neredeyse… “Hmmm çok güzel, çok sofistike!” Yani “ben bundan bir bok anlamadım” demenin en kibar versiyonuyla karşılık verdi prodüktörler…
Sinan: Orada bir durmanı isteyeceğim ve Kaan sana bir soru yönelteceğim hemen. Bu senin hikâyen sonuçta… Seni ve senin yaşadıklarını anlatıyor film. Bütün bunları “şan olsun” diye mi yaptın abi?
Kaan Çaydamlı:
 Pardon? Şan olsun derken?
Sinan: Bir gün birilerinin çıkıp bunları anlatacağını, başkalarına taşıyacağını düşünerek mi yaşadın yani?
Kaan Çaydamlı:
 Öyle bir şey söz konusu değil. Terk edilmiştim! Evimde üst kata, küçük bir odaya sığınmıştım. Madem öyle, nasıl başladığımı anlatayım… Mühendislik yapıyorum, kötü bir ilişkim var, eve gitmek istemiyorum ve günde on üç saat, on dört saat, on beş saat hafta sonu dahil çalışıyorum… Eve geldiğimde de uyumaya karşı bir direnme hali… Koltuğa oturuyorum, özel radyolar başlamış o sıralar, açıyorum ve dinliyorum saatlerce…
Sinan: Sene kaç tam olarak?
Kaan Çaydamlı:
 Yeni başladığı yıllar!  90’lar falan… Belki 90’ların hemen başı… Bende bir takım mekanizmalar böyle çalışıyor. Fark etmeden bir şeye odaklanıyorum, biraz Mehmet’in günde dört tane film seyretmesi gibi bir şey bu…  Bir gün kendimi radyo programı yapmak isterken, radyoda konuşmak isterken yakaladım. Kadıköy’de oturuyoruz bir arkadaşla.  Ahmet Özgür’dü galiba, ses sistemini yapıyordu Kent FM’in.  Kadıköy’deyiz, “e hadi gidelim konuşalım, sen bir şey yap” dedi orada…  “İyi gidelim bakalım” dedim, gittik. Gece Fanzini diye bir gece programı yaptım. Bir de “Kitapsız” diye bir kitap programı yapıyordum. Kitaptan hiç bahsetmediğim bir kitap programıydı… Radyoya başlamam böyle oldu. Birden bire… Hazır buldum kendimi ve gittim başladım… Kaybedenler Kulübü formatı aslında Gece Fanzini’nde biraz çalışılmış bir format oldu… Küçük bir eğitim oldu yani… Sonra radyo Gümüşsuyu’na geçti. Bu arada bizi Açık Radyo ’ya davet ettiler ve Açık Radyo’ya gittik… Ya ben soruyu kaçırdım galiba?  Doğru gidiyor muyuz?
Ulvi: Evet doğru gidiyoruz…

“açık radyo’ya gittim, yayına gireceğim. baktım karşımda bir peygamber tavuğu. yayında söyledim tabii bunu. ömer madra çağırdı hemen…”

Kaan Çaydamlı: Nasıl bir cevap bekliyorsunuz bilmiyorum ama ben doğrudan, olduğu gibi anlatıyorum her şeyi?
Ulvi: Tabi abi, tam da bunu istiyoruz zaten.

Kaan Çaydamlı: Açık Radyo’ya gittik. Bir toplantıya girdim ama inanamadım gördüklerime. Serde mühendislik var ya.  “On Air” düğmesine bas, yayına başla kardeşim değil mi? Oturmuş nasıl bir yayın yapacağız diye toplantı yapıyorlar! Ulan bas düğmeye, başla yayına da o arada toplanırız işte! Neyse, zorla sabaha bir Rock and Roll programı koydurdum. Rock and Roll kuşağı! Sabaha! En çok dinlenen programı o oldu o dönem. Bu arada Kent FM kapandı, Gümüşsuyu’na taşınacak ama işte arada beş altı aylık bir boşluk var. Açık Radyo’da işte o boşlukta bir program daha yaptım, tam hatırlamıyorum şimdi ismini. Kitapsız da olabilir, öyle bir şeydi işte… Bir şey dikkatimi çekti radyoda. Yani şimdi bir sürü abi var, böyle güzel isimli abiler.  Program başlayacak, nerede? Prodüksiyonda! Yani programı kaydediyorlar! Bant koyuyorlar yani! Bir radyo var ve canlı değil! Yaşamıyor! Benden önce ünlü bir reklamcının karısı, (adam radyoya para vermiş) program yapıyor. Program uzadıkça uzuyor. Bant yaptıkları için bir şey de yapamıyorsun. İşte geliyorum, bakıyorum kadının bandı uzadıkça uzuyor, işte çıkıp yarım saat dolaşıyorum ve nihayet “diyet programı bitti” diyorlar, ben de yayına giriyorum! (Kahkahalar) Neyse, ilk programı yaptım ve radyoda telefonlar kilitlendi. Çok normal? Şimdi Açık Radyo diye bir beklenti var ama canlı iletişime geçirebilecekleri bir şey yok! Birdenbire benim gibi bir adam pervasızca konuşmaya başlayınca, üstüne telefonlar da kilitlenince Ömer Madra aşağıya indi “Ne oluyor lan burada? Küfür mü ettiniz?” diye… (Kahkahalar) Bir sonraki program için gittiğimde de başka bir şey oldu.  Tam Refah Partisi ’nin iktidarda olduğu dönem! Bunlar da “dünyanın her yanına açık” ya? Her yerleri açık dünyanın her tarafına! Hâla daha öyle tahmin ediyorum… Bir baktım, bir tane kamera, bir tane türbanlı karı duruyor karşımda! “Yok, bu çekmesin beni” dedim. “Ya sabahtan beri bekliyorlar, işte canlı yayın olmadığı için… İlk siz varsınız sabahtan, çeksinler” dediler. “Hayır çekmesinler!” dedim, “Ya çeksinler” dediler. İyi dedim başladım yayına. Tabii söze “karşımda bir peygamber tavuğu var” diye başladım. Ama hakikaten peygamber tavuğu kardeşim! Teknolojik aletin yanında bir tane böyle tavuk gibi bir şey! Programdan sonra Ömer Madra çağırdı beni tabii… “Sen ne yapıyorsun? Biz herkese açığız” falan dedi. “Valla ben açık değilim!” dedim gittim. Öyle bitti bu macera da. Neyse o günlerde Kent FM Gümüşsuyu’na taşındı. Mehmet Duru’ydu sahibi, “hadi gelin” dedi. Bu arada Mete’yi de (Avunduk) çağırıyor. Tonmaisterlik yapsın diye.  Program sırasında ben Mete’ye sürekli laf atıyorum. Format orada oluştu aslında.
Sinan: Her şey kendiliğinden gelişti yani?
Kaan Çaydamlı:
 Mete öyle cevaplar vermeye başladı, topu o kadar güzel alıp paslar vermeye başladı ki…  Sonra Mehmet Duru’ya gittik ve Mete radyoda çalışmaya başladı. Müzik direktörü oldu. Bu arada ben de “night caller” bir şey yapmak istiyorum dedim. Mehmet Duru çok heyecanlandı, kafasındaki night caller programını anlattı bize. Biz de olur dedik ve başladık… Onu yapmadık tabii… Yani onun kafasındaki bir şeydi o… Olabilirdi elbette ama bize denk gelmedi işte. Sonra biz “on air” tuşuna basıp konuşmaya devam ettik…
Sinan: “Ben çıktım ve konuştum, sonrasını bilmiyorum” diyorsun?
Kaan Çaydamlı:
 Yani işte her şey bu biçimde oluştu…
Mehmet Öztekin: Öyleydi, öyleydi! Ben hatırlıyorum. Yani “kimse dinlemiyor, kimse dinlemiyor!” Lan kim dinler bunu? O bir eşikti. Öyle bir dönemdi ki, sesi birazcık düzgün bir dallamayı oturtuyorlardı işte bilmem kimin askerdeki sevgilisi için çalıyoruz diye hesapta radyo programı yapılıyordu.
Kaan Çaydamlı: Şimdi tabii Kent FM’in geleneği biraz farklıydı özel radyolardan. Örneğin Barbaros (Devecioğlu) bir üslup yaratmıştı. İşte “Posta Arabası” vardı. Aslında çok önemli programlar vardı. Ben onları dinledim, uyumadan, ertesi gün işe gidip on dört saat mühendislik yapıp, gelip kadınla yatmak yerine onları dinliyordum…  Çok depresif bir dönemdi zaten. Çok şey öğrendim oradan. Öyle hazırlamışım kendimi… O yüzden, Mehmet’in film seyretmesi örneğiyle örtüşen bir şeydir benimki de… Belki içimdeki bir şeydi bu, çünkü örneği yoktu böyle şeylerin…
Ulvi: Ben şuna şaşırıyorum, filmle de bağlayacağım.  Ben de hatırlıyorum, o dönemi. Çok ağır bir programdı. Ama şimdi hasbelkader birisiyle tanışıyorsun, hayatta kitap okumayan birisi, mesela reklamcı bir abla… “Haa, Kaybedenler Kulübü mü?” diyor! Yani dinliyormuş!
Mehmet Öztekin:
 Evet hep söylerler bunu…
Ulvi: Yani sen niye dinliyordun? Ne anlıyordun da dinliyordun? Seninle daha film çekilmeden konuştuğumuzda, işte Kaybedenler Kulübü dediğinde doğrusunu istersen çok fazla insanın ilgi göstermeyeceği, popüler olmayacak, bir kenarda kalacak, yapılması ve işte ancak belirli bir kitlenin izleyeceği bir film olacak diye düşünüyordum. Gişe başarısı olmayacak bir film… Ama şimdi iş bambaşka bir yere gitti?
Kaan Çaydamlı:
 Dur, daha bilmiyoruz hiç bir şey?
Ulvi: Yok ama bambaşka bir yere gittiği ortada. İnternette falan kelalaka, ne altıkırkbeş’i bilen, ne de bizim kafada olan bir sürü insan Kaybedenler Kulübü üzerine yazıyor, konuşuyor. Bu beni çok şaşırttı. Örneğin Facebook’ta Kaybedenler Kulübü’ne bu kadar insanın ilgi göstermesi çok enteresan, sosyolojik bir durum.
Mehmet Öztekin:
 Evet, ben aynı hissiyatı Yapı Kredi Yayınları Ulysses ’i bastığında yaşamıştım. (Kahkahalar) İlk 7 baskı hemen tükenmişti! Akıl almaz bir hızla! Ulan dedim, ülke aslında neredeymiş de bizim haberimiz yokmuş! Şöyle bir örnek vereyim sana: Tolga Örnek bu senaryoyu çok beğendi ve film yapmak istedi. Aynı dönemde bir genç sinema kollektifi beni buldu, Kadıköy’de biz oturduk içtik. “Biz bu filmi no name yapmak istiyoruz” dediler. Yani yönetmeni yok, oyuncusu yok! Birileri oynayacak, birileri çekecek. Böyle bir anarşist tavırla “biz bu senaryoyu çekmek istiyoruz, izin verir misin?” dediler. Bu dediğinizi yapabilecekseniz ben izin veririm dedim. Kurun sisteminizi, çekiyoruz filmi deyin bana… Ama bana bu iş on yıl sürer demeyin. Bunu gerçekten yapmak istiyorsanız organize olun ve yapın. Evet Ulvi, bir anlamda haklısın söylediğinde. Yani reklamcıların ne işi var bu programla? Senaryo da aynı şeyi yaşadı bende. Bir sürü görüşme yaptım, bir sürü insan geldi. Bugün çok tanıdığımız, bildiğimiz underground takılan yönetmenlerden popüler yönetmenlere kadar “bu filmi ben çekmek istiyorum” diyenler oldu. Ama böyle örnekler de oldu…

“programdaki karakterler gerçek insanlardı. brit gerçekten brit, samsa gerçekten samsa’ydı. daha fazlasını bilmeye çabalamadık. bilmemek gerekiyordu çünkü”

Ulvi: Şunun gibi bir şey midir söylediğin? Marcus Miller konserine gitmiştim, o dönem çalıştığım firma ana sponsor. Açık Hava tıka basa dolu! Abi herifin albümü 100 tane anca satıyor ülkede? Nedir yani, hiç bilmediğimiz insanlar mı var bu ülkede? Yoksa işte “orada olmak, orada görünmek, oradakilerle iletişim kurmak bana çok şey katar” diyen bir kitleden mi söz ediyoruz?
Mehmet Öztekin:
 Buna ben cevap vermek istiyorum! Abi geçenlerde bir cafede oturmuş çekim için beklerken boş bir vakit oldu. Cafenin televizyonunda bir müzik kanalı açık. Serdar Ortaç’ın ilk dönemlerinden bir klip oynuyor. Böyle saçları küt falan, çok acayip bir dekorda çekilmiş, çok acayip, çok berbat bir iş. Bekliyoruz ya, izliyorum ben de. Hani “lan hakikaten bunlar da vardı bir zamanlar” diye… O sırada bir şey dikkatimi çekti. Klipteki mekânın her yerinde route 66 tabelaları var! Mekân gerçek bir mekân değil. İşte belli bir bar ortamı yaratmışlar, süslemişler. Mekâna “görsel” olarak koydukları tek şey de route 66 tabelaları! Başka hiç bir şey yok.
Kaan Çaydamlı: Yolların anası!
Mehmet Öztekin: Evet! Şimdi o yolun duruşuyla ilgili, Kaan’ın dediği gibi “tüm yolların anası” duruşuyla ilgili bir sorun var. Route 66 artık öyle bir şeye dönüştü ki, artık her yere koyuyorsun ve duruyor! Nereye koysan duruyor. Bunun hiç rahatsız edici olmaması dikkatimi çekti.

Ulvi: E artık bir ikon oldu!
Mehmet Öztekin:
 Evet işte! Artık ikon oldu! Ve onun o gücünden kaynaklanan bir aidiyet duygusu da oluştu bir biçimde. Route 66! Herkes onu yapıştırmak istiyor üstüne, sırtına, duvarına, işte arabasına, bilmem neresine! Şimdi açık konuşmak gerekirse Kaybedenler Kulübü, “Kaybedenler Kulübü” adı yüzünden birazcık bu dediğin noktaya geldi…
Ulvi: E daha açık söyle, pop ikonu oldu yani!
Mehmet Öztekin:
 Evet! Bir de belki Türklükle ilgili bir durum da var burada… Yani, hani “kaybeden olmak” durumu…
Ulvi: Arabesk bir durum var…
Mehmet Öztekin:
 E yani oraya götürdüler biraz… Yanlış mı söylüyorum bilmiyorum ama çok insan bu noktada böyle…
Kaan Çaydamlı: Canım, bu gelen telefonlardan da belliydi! Kaybedenin altının nasıl doldurulduğuyla ilgili bu biraz da…  Yani programın ilginç tarafı şuydu; biz yüzleştik zaman içinde bununla… Kaybeden olmak haliyle yüzleştik… Ama hiç teslim olmadık!
Mehmet Öztekin: Ha tabii bu arada filmin nasıl böyle bir şeye dönüştüğünü değil, radyo programının nasıl böyle bir şeye dönüştüğünü konuşmak gerekiyor…
Ulvi: Radyo programı dönüştü zaten, bizim de ilgimizi çeken nokta bu. Bunu sorguluyoruz bir anlamda…
Mehmet Öztekin:
 Ortada istatistikî bir gerçek var yani, en çok dinlenen radyo programıydı bu bahsettiğimiz…
Sinan: En başta söyledim ya, filmden çok radyo programı ile, bu filme konu olan adamlarla ilgileniyoruz… Kaan filmi izledin mi sen?
Kaan Çaydamlı:
 Yok ben izlemedim, çok korkuyorum.
Sinan: Merak ettim çünkü, oradaki adam sen misin? Filmde kendini bulabildin mi?
Ulvi: Ne kadarı kurgu, ne kadarı gerçek? Sen neresindesin filmin?
Kaan Çaydamlı:
 Senaryoyu sonuçta Mehmet yazdı, Tolga’yla birlikte… İlk senaryonun üzerine çok uzun video kayıtları yaptık. Günlerce konuştuk, anlattık… Her şeyi! Film yüzde yüze yakın gerçek! Hatta yüzde yüz gerçek! Sadece bazı karakterler evlendirildi… İki farklı karakter tek karaktere indi mesela…  Çünkü 10 yıl boyunca haftada dokuz saat yapılmış olan bir programın hikâyesini doksan dakikaya sığdırmak zorunda kalmak çok zor bir mesele… En büyük ızdırap buydu! Belirli majör şeyleri seçtiler filmi yaparken. Programın en önemli özelliklerinden biri dinleyiciyle olan ilişkimizdi bizim… Hiç eyvallah demedik. Ancak bize eyvallah dedirten insanlar telefonda kalabildi… Çok sonraları Okan Bayülgen’in yaptığı zaplama zuplamanın aslında daha dürüstünü, daha gerçeğini yapıyorduk biz.  Dolayısıyla bir takım karakterler oluştu zaman içerisinde. Mesela Hüseyin usta diye bir taksi şoförü çıktı. Onun ayrı kuyruğu oldu biliyor musun? B 17 plaka! B 17 kuyruğu vardı Taksim’de, AKM’nin yanıda. O’nun dönmesini bekleyenlerin kuyruğu… Mesela Brit diye bir karakter çıktı… Dilemma çıktı…  En önemlisi Kuş Beyin’di… Bence programdaki en acayip şeydi bu. Hala bugün “o program ne kazandırdı sana?” dersen, öyle bir adam kazandırdı derim… Yalçın da öyledir mesela… Bu karakterler filmde var. Geldiler ve konuştular… Ya Tayfun mesela… Brit’in ismi Tayfun’muş. Ben yeni öğrendim bu film sayesinde… Adam bizim için Brit’ti  işte… Mesela Samsa’nın ismini hala daha bilmiyorum. Ama zaten olması gereken de buydu… Bilmemek gerekiyordu… Bilmeye hiç çabalamadık. Çünkü gerçekti onlar… Gerçek olan o halleriydi…  Adı işte her ne ise, o kişi aslında gerçekten Samsa’ydı ve biz Samsa’nın büründüğü kimlikle değil, Samsa’yla ilişkideydik! Bence programın yarattığı en önemli şey budur. Bir karakter yaratabilecek ya da kendi olabilecek insanları seçtik ve onurlandırdık!
Mehmet Öztekin: Bak mesela burada da aynı durum var. Programın dinlenme kapasitesine, ağına baktığında bu karakterlerin sayısı da az bence? Yani dinlenme oranını da düşününce?
Kaan Çaydamlı: Ya bence fiziksel olarak mümkün değildi o…  Yani programı aramak cesaret işiydi her şeyden önce. Mesela şimdi konuşuyorum insanlarla, daha iyi anlıyorum. Muhtemelen bizim tavrımızdan dolayı da cesaret isteyen bir şeydi programı aramak. Geçen gün fotoğraf çeken birisi “abi ben sizi aramıştım” dedi mesela. Çok çıkıyor böyle. Tiyatrocular falan. “Abi sizi aramıştım” diyorlar. “Ne yaptım peki?” diyorum. “Bir daha arayamadım abi, saçmaladım, çok heyecanlandım” diyorlar.  Bayağı aklı başında, senin benim gibi adamlar…  (Kahkahalar)
Sinan: Dinleyicinin o zamana kadar alışkın olduğu pohpohlayan, dinleyiciye biraz da yalakalık yapan anlayışı altüst ettiniz. Alışkın değil ki millet? Peki, ilk telefonlar çalmaya başladığında, bu üslubunuzdan dolayı dinleyicinin olası reaksiyonundan endişe ettiğin olmadı mı?
Kaan Çaydamlı:
 Ya program için tahsis edilmiş bir tek telefonumuz vardı. Bazen biz bir dinleyiciyi unutuyorduk telefonda, o da bekliyordu orada… Çok örneği var bunun. İki saat telefonda, bizim ona bir şey dememizi bekleyen insanlar vardı. Dolayısıyla isteseler de arayamıyorlardı zaten. Ta ki biz kapatana kadar! Bazen çok uzuyordu telefonlar. Mesela Brit! Yarım saat konuşuyordu… Yani aslında üç kişi program yapıyorduk da denebilir. Mesela Kuşbeyin aradığında ney çalıyordu. Mesela bizim Can bile arayıp parça söylemiş. Can Gox! Can Gox hepimizin hayatında acayip bir yerde.  Ama bu başka bir şey… Yani o karakteri yaratmak da başka bir şey… Bir sürü insan yaratabilirdi bunu ama o insanlar yarattı, ısrar ettiler… Bak, biz komik bir şey yaptığımızı yedi tane kızın bizi aramasıyla anladık… Yedi kız toplanmışlar, aradılar bizi. Biz bir şey söyledik, ama gayet normal konuşuyoruz. Birden kahkahalar yükseliyor arkadan! Mete’yle bir ara bakıştığımızı hatırlıyorum. Çok şaşırdık…  “Lan komik bir şey yapıyoruz galiba” diye ilk ayırdına varışımız odur… Çok geniş bir kitle skala vardı yahu… Mesela “Piç Osman”ın yıkama yeri! Ve oradaki dolmuş taksiciler… Ya oraya giderdik, her taksinin arkasından kasa kasa bira çıkardı! Sütçü Hüseyin vardı mesela. Votka’ya süt katıp içine de fındık atıp onu içerdi. Çok da güzel bir açıklaması vardı; “işte votka mideyi bilmem ne yapıyor, süt onu bastırıyor, sütün kolesterolünü de fındık alıyor” falan diyordu herif! Piç Osman, Çakal Yılmaz… Mesela bunlar radyoyu hiç aramadılar ama biz bütün o tehditleri aldığımızda kapıda nöbet beklediler. Erbakan dönemiydi tabii…

“bu popüler zırvalığın içinde olmadık. çok mu bilinçliydik? çok mu hesaplıydı? hayır! herşey sezgiseldi…”

Mehmet Öztekin: Ben bir anekdotu paylaşmak istiyorum bu arada…
Kaan Çaydamlı: Sütçü’yü mü anlatacaksın?
Mehmet Öztekin: Evet. Program bitti, üzerinden üç dört yıl geçti. Kaan’la kaldığım dönem; sabahları çıkıp Üsküdar’a iniyorum taksiyle, oradan Beşiktaş’a geçiyorum, oradan da Taksim’e geçiyorum. Neyse, evden çıktım bir sabah, ilk gelen taksiye atlayıp Üsküdar dedim. Gidiyoruz, Zeynep Kâmil’den Üsküdar’a inen yokuşta birden başka bir taksi kırdı önümüze. Benim şoför fren yaptı. Çok sert bir fren değil, ama sevimsiz bir durum oldu işte. Bilirsiniz, genelde taksiciler bu tür durumlarda aşırı tepki verir, küfür etmeye bağırmaya falan başlarlar. Herif hiç, sıfır tepki! Benim taksici şaşırtıcı bir sakinlikle baktı diğer taksi şoförüne ve devam etti yola. Az önceki taksi önde, biz arkada gidiyoruz… Bir yüz metre kadar falan öyle gittik. Aynı taksi aniden kenara çekti. Herhalde yolcu indirecek diye düşünüyorum. Ulan ne tuhaf hareketler yapıyor herif falan diye düşünürken benim taksi şoförü bunun yanında durdu, camını açtı ve baktı. Bir şey demiyor ama, sadece baktı. Benim taksici gözümde büyüyor bu arada! Süper karizma bir herif. Bu arada diğer taksideki herif de camını açtı ve baktı. “Sütçü? Pardon abi fark edemedim” falan dedi. Benim taksici “önemli değil” deyip camı kapatıp devam etti.  Böyle adamlar bunlar…
Kaan Çaydamlı: Film gibi bunlar…
Mehmet Öztekin: Evet, bunlar böyle aidiyet hisseden insanlar, aslında böyle adamlardı. Her biri, kendi durdukları noktada zaten birer efsaneydiler bence…
Kaan Çaydamlı: Piç Osman’ın yerine gittik, Çakal Yılmaz götürdü bizi.  Gittiğimizde tezgâhın üzerinde küçük bir çilingir sofrası olurdu… Üç dilim pastırma, kaşar peynir falan, çok ayarında…  Rakısı hazır. Çakal Yılmaz bırakırdı bizi oraya…  Böyle adamlar da dinliyordu bizi, öte yanda acayip acayip entelektüeller de dinliyordu. Ressamlar, gazeteciler vs. Hala karşılaşıyoruz…

Sinan: Hayatının boktan bir dönemi olduğu söylemiştin radyoya başladığında?
Kaan Çaydamlı: Hayır benim başlamam şöyle oldu. Ayrılmıştım… Kötü bir evliliğim vardı. Çok âşık olarak evlenmiştim ama çok gençtik, kâbusa dönüştü… Ve ayrıldık. O yalnızlık döneminde bir şey yapmak dürtüsü ağır bastı. Mühendisliğe, işe kaçmaktansa… Çünkü öyle bir hayatım vardı, aslında erken evlenip bir anlamda hayatımı durdurmuştum. Dolayısıyla, 27 yaşında boşandığımda, 18 yaşında yapmayı düşlediğim şeyleri yapmaya başladım.
Sinan: Ne gibi şeyler?
Kaan Çaydamlı:
 İşte bir sürü bir şey… Şimdi eşim okur diye çok açık konuşamıyorum (Kahkahalar)
Sinan: Yok ben biraz zorlayacağım doğal olarak. Program o duygusal sıkıntılı dönemden çıkış yapmanı sağladı mı?
Kaan Çaydamlı:
 Ya bende biraz eblehlik var. Gerçekten! Ben bazı şeyleri algılamayan bir adamım. Nasıl oluyorsa artık, programın bu kadar çok dinlendiğini algılamamam gibi, kadınlarla ilgili bir sürü şeyi de algılamıyorum. Bir algı problemim var. İnsanlar bir takım işaretler gönderiyor belki ama… Bilmiyorum…
Mehmet Öztekin: Ya evde, salonda oturup televizyona bakarken senin aniden “oğlum bizim bu programı dinliyorlar galiba lan?” dediğini ben çok iyi hatırlıyorum… Sonra Esquier’in, televizyonların abanması falan…
Kaan Çaydamlı: Evet biz röportaj vermeyi, fotoğraf vermeyi hep reddettik. Bilinçli bir şey değildi ama… Bir gün bir sabah programına çağırdılar. Bir gazeteye haber olmuştuk çünkü… Aşkla ilgili ağır bir şey söylemiştim. Çok popüler bir kanaldı.  “E tamam, gelelim de kim var?” dedik. İşte, dönemin pop ikonlarından iki tanesi, bir tane medyum, bir de biz olacakmışız! O dönemde adeta bir saldırı oldu bize…  Bizi malzeme yapmak istediler, Çünkü çok uygunduk televizyona. Buna benzer bir şeyler söylersek rating almayı umuyorlardı.
Mehmet Öztekin: Hülya Avşar çağırmıştı falan…
Kaan Çaydamlı: Hepsi çağırdılar aşağı yukarı, hiç birine gitmedik… Ha, bir tek Siyaset Meydanı’na gittik, orada da konuşturmadılar bizi zaten… (kahkahalar) Ama mesela orada da bir başka şey vardı yani… Bütün bu medya adamları orada! Hepsi birbiriyle tanışıyor! Mete’yle biz ikimiz böyle çük gibi duruyoruz… Kim bunlar lan? Ne oluyor? Nasıl ya, hepsi tanışıyor mu gerçekten? diye bakıyoruz birbirimize. Ama ara olduğunda bütün öğrenci tribünü inip bizim yanımıza geldi. O zaman iyi hissettik kendimizi. Bu kadar kopuktuk aslında. İşte bu kadar uzak durmayı başardık. Bu popüler zırvalığın içinde kullanılmadık. Çok mu bilinçliydik, çok mu hesaplıydı? Hayır ama, çok sezgiseldi öyle söyleyeyim… Her şey sezgiseldi aslında…

“iyi bir terkip çıktı ortaya. bizim dünyamızın içinden biriyle, bizim dünyamıza dışarıdan bakabilen birinin terkibi…”

Sinan: Pekiii! Programın “etinden sütünden” faydalanmaya başladığınızda ne oldu?
Kaan Çaydamlı: Biz bundan hiçbir zaman faydalanmadık! Reddettik! Ara sıra da olsa program için bize para verdiklerinde, başlarda “program masrafı” olarak içki harcamasına gidiyordu. Ama sonra sağolsunlar, içemeyeceğimiz kadar çok içki ve sigara gelmeye başlayınca o masraf ta kalktı… Her gün kurye geliyordu, çok Jack Daniels içtik yani… (Gülüşmeler) Bir tek onu istedik ve bir dönem aldık onu bak… Bir keresinde programın ortasına reklam girdiler. Dur yahu? Senaryodakiyle de karıştırıyor olabilirim bak! Ama araba reklamıydı galiba? Biz de “ulan arabaya mı binilir a.q! motora binmek varken” demiştik…
Mehmet Öztekin: Hayır, hayır! Sen Pepsi reklamı yapmıştın!
Kaan Çaydamlı: Pepsi’ye laf sokmuştuk…
Mehmet Öztekin: “Coca Cola varken Pepsi mi içilir?” demiştin! (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı: Coca Cola’cıydık o zaman. Dolayısıyla bizim programın içine reklam giremez oldular. Ama enteresan bir şey, anladığım kadarıyla bizi dinleyen çok reklamcı olması hasebiyle ortaya çıktı bu… Reklamlar hep bizim programın önünde ve arkasında oldu. Araya girmedi reklamlar. Bilmiyorum yani, radyo tarihinde var mıdır böyle bir şey? Gecenin saat ikisinde Pepsi reklamı niye girsin ki? Biz bittikten sonra giriyordu! Hiç eyvallahımız olmadı bu konuda. Sponsor olmak isteyenler oldu. Mesela biz Jack Daniels içiyorduk, rakip marka “bizimkini için” diye geldi, içmeyiz dedik. E içemezdik, çünkü hakikaten Jack Daniels içiyorduk! Yani bu kadar naif aslında her şey…
Sinan: Sağol, sağol ama aslında “eti sütü” derken başka şeyi kastetmiştim! Neyse, ona bilahare gireceğim de… (Kahkahalar) Anlattıklarından çıkardığım kadarıyla senaryoda bir takım süslemeler de var yani?
Mehmet Öztekin: Şimdi bu bir iki yerde mecburen yaptık. Mesela filmde Pepsi ve Coca Cola’yı kullanamayacağımız için, bu karşıtlığı gösterebilecek biçimde nasıl revize edeceğimize baktık… Yani gerçeğe en yakın, aslını bozmadan nasıl verebiliriz diye… İşte araba reklamının ortasına, “motorsiklet varken arabaya mı binilir lan?” şeklinde bir değişiklik yaptık… Aslında çok isterdik gerçekte nasıl olduysa öyle aktarmayı.  Yani bunlara süsleme denirse eğer, işte bu şekilde birkaç değiştirmeyi zorunlu olarak yaptık… Eh, 10 senelik bir süreci, o süreçteki olayları, karakterleri bir sinema filmi içerisinde aktarırken bazı dokunuşlar yapmak zorundasın. Zamana yayılı biçimde gerçekleşmiş 2-3 olayı, 2-3 gün içerisinde yaşanmış gibi anlatmak zorunda kaldığımız yerler de var. İki karakteri alıp, tek bir karakterde birleştirmek de var. Çok fazla girmek isteyip de giremediğimiz yerler de var… Bak özellikle bunu söylemek istiyorum. Üzerinde durmayı  çok istediğim karakterler oldu. Özellikle değinilmesi gereken çok önemli karakterler vardı. Bunlara girmeyi de denedim başta. Ama  karakterler o kadar ağır ki! Adamı bara oturtuyorum mesela… Kaan ve Mete’yle ya da Zeynep’le bir sahnesi var. Gelip geçiyor orada! Ama aslında durup bu adamla ilgilenmek gerekiyor senaryoda. Onun hikâyesini dinlemek gerekiyor. Bunun mümkün olmadığını gördüğümde, istemeyerek de olsa hiç girmemeye, hiç dokunmamaya, filmin içinde adını anmamaya karar verdim. Doğrusu da bu bence… Çünkü onların her biri bence başlı başına bir film konusu… Girdiğin zaman çıkamazsın…

Ulvi: Unutmadan araya girip sorayım hemen. Senaryo’da Tolga’ya pek iş kaldı mı? Bunu özellikle soruyorum çünkü Mehmet’in “Veronica Pompa İstiyor”kitabını okudum ve sana küfür ettim, kulakların çınlamıştır herhalde Mehmet! Abi  kitap okurken kendin bir hayal dünyası yaratırsın, kafanda karakterleri canlandırırsın dimi? Ulan izin vermiyorsun ki? Film seyreder gibi, sen ne çizdiysen s.ke s.ke biz onu canlandırmak zorunda kalıyoruz kafamızda! (Kahkahalar) Çok rahatsız edici yahu! Kitabı okurken bundan çok rahatsız oldum! Yahu bir izin ver de hikâyenin içine gireyim,  hayal edeyim, karakterleri ve olayları kafamda kurgulayayım değil mi? Yok abi! Mümkün değil. Kitap okumuyor, film izliyorsun adeta! O kadar dominantsın ki! İşte olayımız budur, okurken şunu şöyle, bunu böyle hayal edeceksin! İşte karı da böyle! Yani 31 bile çekemezsin, o kadar tanımlanmış bir şey! Çok rahatsız ediciydi çok! (Kahkahalar) Senaryoyu okumadım ama eğer öyle yazdıysan zaten kimseye bir bok kalmamıştır. Böyle bir şey oldu mu?
Mehmet Öztekin:
 (Gülüyor) Evet, korkarım öyle oldu!
Ulvi: Tolga bu durumda ne yaptı?
Mehmet Öztekin:
 Ya bu tip meselelerde benim eğilimim şu oluyor. Ben bunu böyle yapayım, başka biri çekecekse ve eğip bükmek istiyorsa, eğip büksün…
Ulvi: Yani adam darlanmadı mı? Bana alan bırakmıyorsun diye?
Mehmet Öztekin:
 Bilakis, o konuda tam aksi davrandı. Tolga’nın kendi ifadeleriyle konuşmak gerekirse, Tolga tam olarak kendi ifade ettiği şekilde çok steril bir ortamdan ve steril bir hayattan geliyor…  Bunu da sürekli söylüyor. Yani aslında böyle bir hikaye anlatmak için biz Tolga’yı “aşırı hijyen” diye tanımladık mesela… O ise “abi hijyen kelimesi bunu karşılamaz” dedi… (kahkahalar) Şimdi öyle baktığın zaman, Tolga hızla içine girmek istedi olayın. Ama “ben bunu yaparım, ben bunun ağzına s.çarım demenin de alemi yok” dedi…  O kafada bir adam Tolga…
Ulvi: Bilmediği sularda yüzdü yani…
Mehmet Öztekin:
 Evet biraz öyle oldu… Ama bu avantaj da getirdi… Dışarıdan bakabilen, ne bizim tanıdığımız ne de bizi tanıyan bir dünyadan bakabilen bir adamın gözüyle bu hikâye nasıl enteresan olabilir bakışını kattı filme…  Sinematografisine ve gözüne çok güvendiğimiz bir adam! Bilmiyorum aydınlatıcı olacak mı ama şöyle bir örnek vereyim: Bazı yerlerde çok katıydım ben…  Hani “abi, bu böyle olacak!” dediğim yerler vardı. Bunlardan biri kuşbeyin’di mesela… Özellikle altını çizişimden de anlamışsındır. Mesela çok uzun sahneler, yönetmeni korkutur. Çok uzun sahnelerin bir sürü stresi vardır. Sıkıcı olabilir, bayıltabilir, oyuncular duygudan çıkabilirler, montajı zordur… Kuşbeyin’inki böyle bir sahneydi…  O sahneye yazarken Tolga çok uzun olmaması konusunda beni uyarmıştı.  Ben dört sayfa gönderdim sahneyi! (Kahkahalar) Yani böyle şeyler oldu! Çok kavga ettiğimiz, çok tartıştığımız sahneler oldu…  Ama ben bir sahne tasarladım mesela, Tolga gelip kuş kondurdu! Buna bir de şöyle bir şey ekleyelim gibi çok önemli dokunuşlar yaptı.
Kaan Çaydamlı: Bence iyi bir terkip var burada… İçeriden ve dışarıdan bakabilen insanların oluşturduğu bir terkip.
Ulvi: Senaryoyu okumadım ama seni tanıyorum… Veronica’yı da okuyunca “ulan bu herifle çalışılmaz” dedim…  (kahkahalar). Bütün köşeleri kapatıyorsun çünkü…
Mehmet Öztekin:
 Ya evet,  ben öyle tercih ediyorum… Ha eğer sen bunu bozup yeniden yapmayı tercih ediyorsan, üzerine bir şeyler koymak istiyorsan, benim “aman ha dokundurtmam” gibi bir takıntım yok… Ama “işin sonunda çıkması gereken enerji, duygu budur” da diyorum… Yani sen bunu bozabilirsin, yüzseksen derece değiştirebilir, evirip çevirebilirsin… Sonuçta olması gereken duyguyu verebiliyorsan mesele yok…
Ulvi: Film sindi mi içine peki? Kaan sana soramıyorum, sen izlememişsin çünkü filmi henüz…
Mehmet Öztekin:
 Sindi, sindi! Bunun üstüne çok düşündüm, sindi. Ha tabii sindi derken, elbette çok arıza görüyorsun… Ama eminim Tolga’da aynı şeyi hissediyordur…
Ulvi: E sonu yok tabii… Bir yerde bırakmak gerekiyor…
Mehmet Öztekin:
 Tabii, gerçekçi olmak gerekir. Sonuçta başka biri çekti bu filmi.  Ben çekseydim bile bir sürü arıza bulacaktım yaptığım işte. Hele ki başka birinin, hele ki bambaşka bir dünyadan bakan bir adamın bazı dokunuşları rahatsız edecektir… Mesela ben, vizyona girmeden önce bir kere izledim.  Özellikle bir kere izledim. Tolga beni ikinci kez izlemem için çok çağırdı, çok baskı yaptı. Ama istedim ki bir demlensin, bakayım nasıl hissedeceğim…  Giderek kötü mü hissedeceğim, iyi mi hissedeceğim diye… Ama işte kötü bir yere gitmedi…

“çok örtüşen şeyler var programın yapıldığı dönemle bugün arasında. şimdi erbakan öldü, çocukları beceriyor bizi…”

Sinan: Kaan’ı kim oynadı?
Mehmet Öztekin: Nejat İşler oynadı.
Sinan: Nasıldı?
Mehmet Öztekin: O da benim için enteresan bir hikâye… Nejat’la filmden önce yaptığımız konuşmalarda Nejat’ın elektriğinden, enerjisinden, söylediği şeylerden benim anladığım şey şuydu: Nejat bambaşka bir şey oynayacak! Yani ne Kaan olacak, ne Nejat olacak… Ben bunu hissettim… Fakat filmi izledikten sonra şunu açıkça ifade etmem gerekiyor: Kaan, Kaan’ı kendisi oynasaydı bu kadar oynayamazdı!

Kaan Çaydamlı: Biz filme başlamadan önce Nejat’la oturduk masaya. Bana tek bir soru sordu… Geçti karşıma ve şunu söyledi: “Sana tek bir şey soracağım. S.ktir et hepsini, sen nasıl bir şey istiyorsun?” Olaya böyle yaklaşan bir adam görünce zaten endişe edecek bir durum da kalmadı. “Yürü” dedim… Başka söylenecek bir şey yoktu zaten… Dolayısıyla özel bir durumdur Nejat…
Ulvi: Oyunculara nasıl karar verdiniz? Niye Nejat? Niye diğerleri?
Mehmet Öztekin:
 Valla ben Nejat’a sürekli itiraz ettim. Bunu da ilk defa görüyor olacak, eğer okursa röportajı…
Sinan: Hmmm… Kafandaki kimdi?
Mehmet Öztekin:
 Benim kafamda nedenini hiç bir biçimde bilmediğim şekilde Mete Horozoğlu vardı.
Sinan: Enteresan?
Mehmet Öztekin:
 Niye dersen bilmiyorum ama Mete Horozoğlu çok Kaan oldu benim kafamda. Ha, bunda Nefes’teki performansı, o kopukluğu etkili olmuş olabilir. Adamın başka bir düzlemde Kaan’ı da böyle çıkartabileceğini düşündüm. Mete konusunda ne kadar ısrar ettiysem, Nejat konusunda da o kadar itiraz ettim. Nejat’a itiraz etmemin sebebi, belki aslında bugün başarılı diye ifade ettiğimiz şeydi…  Nedense böyle bir filmde herkesin aklına ilk nejat gelir diye düşündüm. Açıkçası böyle şeyleri de  pek sevmiyorum. Ben her zaman en son akla gelecek adam oynasın diye düşünürüm. Cast direktörü Luisa çok ısrar etti Nejat konusunda. Tolga daha nötrdü…
Kaan Çaydamlı:  Anladığım kadarıyla Nejat çok eminmiş?
Mehmet Öztekin: Tolga, “Nejat’a gönderelim senaryoyu, bir okusun” dedi.  Adam okur okumaz prodüksiyon şirketini bastı. (kahkahalar)  Bunu benden başka kimse oynayamaz, benden başka birini oynatmaya kalkarsanız da arıza çıkartırım, problem yaratırım,  yıkarım, bayıltırım falan dedi…
Kaan Çaydamlı: Çok samimi olarak söylediği bir şey var Nejat’ın: “ben on altı yaşımdan beri bu role hazırlanıyorum”! Nejat Nişantaşı’nda caminin avlusunda plak tezgâhı açardı, o zamanlar o Nejat’ın bu Nejat olduğunu bilmiyorum tabii, çok plak alıp verdik birbirimizden. Plak depolarında çok takıldık. “Sizi çok dinlerdik” diyor… “Hiçbir bokumuz yoktu, evde bir radyo sadece… Tüpte su kaynatırdık ev ısınsın diye, Kaybedenler’i dinlerdik” diyor… Yani aslında aynı yerlerden, aynı hayatın içinden gelmişiz… Aynı yerlerde takılmışız…
Ulvi: Müzikleri de Can yaptı, biraz da Can’dan söz edelim…
Kaan Çaydamlı:
 Filmin, daha doğrusu programın 7-8 tane parçası var. Bunları dinleyen fanlar oluştu. Bu çok enteresan bir şey… Program bugün bile insanlarda karşılığını buluyor…
Ulvi: Ekşi Sözlük’te “Kaybedenler Kulübü Şarkıları” listesi var…
Kaan Çaydamlı:
 Evet bir sürü şey var! Brit’in tabiriyle insanlar tekrardan yeni bir moda girdiler. Bizim 68’imiz gibi bir mod! Bu bana çok ilginç geliyor.  Ben hiç bir zaman dinleyemedim bizim programı. İnsan kendi sesine katlanamıyor zaten. Fakat bu gün internette dolaşan o yedi tane programı dinleyenlerden bir sürü mail alıyorum. “Abi diğerlerini nereden buluruz? DVD yapın” diye… Birden insanlar böyle konuşmaya başladılar. Daha filmle ilgili hiç bir şey seyretmediklerini özellikle vurgulamak istiyorum… İlginç yani… Hani “yeniden yapılırsa olur mu?” sorusuna bir tür cevap aslında… Demek ki hakikaten böyle bir şey yapılmalı tekrar. Biz yapalım anlamında söylemiyorum bunu…  Çok örtüşen şeyler var programın yapıldığı dönemle bugün arasında. Erbakan vardı, onun çocukları vardı o zaman. Şimdi Erbakan öldü, onun çocukları beceriyor bizi! Aslında daha da beter bir dönem! Daha beter nefes aldırmıyorlar! Dolayısıyla herkesin böyle bir şeye ihtiyacı var gibi geliyor bana. Birilerinin çıkıp bu cesareti göstermesinde fayda var. Tabularla ilgili konuşabilmesinde, bunların yeni yarattığı tabularla taşak geçebilmesinde, kendisiyle alay edebilmesinde… Bak, en önemli özelliğimiz buydu bizim. Biz neysek oyduk. Kendimizle alay ediyorduk. Erken boşalıyorsak, erken boşalıyorduk orada da! Bir sürü acayip iş yaptık. Canlı yayında Viagra testi yaptık mesela? Viagra yeni çıkmıştı. Durduk, ulan bunu denesek ne olur acaba dedik ve denedik… Şimdi böyle bir şey yapsak ne olur acaba?
Ulvi: Yaptırmazlar!
Mehmet Öztekin:
 Evet yaptırmazlar!
Kaan Çaydamlı: O zaman da yaptırmazlardı aslında?  Çok ciddi şikayetler gidiyordu. Allahtan bizden kayıt istiyorlardı da, biz bir kayıt yapıyorduk o tarihli, onu gönderiyorduk. (Kahkahalar). Fake kayıtlar yapıyorduk yani… Şimdi meselenin bir tarafı bu… İlgimi çekiyor, gözlemliyorum. Programın kavranışıyla ilgili olarak, Tolga’ya ve tüm ekibe yansımasıyla ilgili olarak bir şey söylemek istiyorum.  Mesela Tolga’yı Kuşbeyin’le tanıştırdığımızda inanamadı! “Böyle bir insan var mı yahu?” diye şaşırdı. Karısına anlattığında, karısı “yok canım, böyle birisi olamaz” demiş.  Kuşbeyin’e gidelim dediğimizde, eli ayağı titriyor adamın. (Kahkahalar) Oturup bir saat yemek yedik. Acayipti! Bir gün gidelim hakikaten; o karakterler, o insanlar, o insanların ilişkileri hala daha çok acayip geliyor. Tolga gibi bu dünyanın dışındaki, steril taraftaki, işte şu kadar gişe yapmış filmleri olan, ne bileyim bambaşka bir hayat yaşayan bir adama “ya böyle insanlar var mı?” dedirtiyor program. Can da bu insanlardan biridir tolga için. “Müzikleri kim yapsın?” konusu gündeme geldiğinde, “Bizim Can var mimar, birlikte çalışıyoruz” dedik.  3-0 mı? 5-0 galibiz şu anda! Bu da lütfen kayda girsin! (kahkahalar)
Mehmet Öztekin: Yok, yok! “Müzikleri kim yapsın?” diye  bir tartışma olmadı bile… Müzik konusu daha hiç konuşulmuyorken…
Kaan Çaydamlı: Yahu ben detaya girmiyorum, Can’la ilgili bir şey söylüyorum.
Mehmet Öztekin: Pardon, sen devam et o zaman…
Kaan Çaydamlı: Nasıl yapılsın ayrı bir hikaye, ama Can’a, Cavit’e ulan yapar mısınız dediğimizde, hiç bir soru işareti yoktu aslında. Normalde birisi Can’a “şu film müziğini yapsana” dese, Can “s.ktir git!” der… Direkt yani! Diğer tüm karakterler için de böyledir bu… İnsanlara sadece “hadi abi” dedik o kadar… Brit’e gel konuş dedik. İnsanlar geldiler işlerinin güçlerinin arasında, konuştular. Zaten Tolga’yı en fazla etkileyen şeylerden biri de insanların bu tavrı oldu sanıyorum.  İnanamadı yani… Böyle insanlar var ve böyle bir şey yaşanmış. Anlamaya çalıştı, çok çaba gösterdi.  Benim görebildiğim kadarıyla montajcısından bütün sete kadar herkes, çok fazla içine girdi olayın.  Herkes filmin jargonuyla konuşur oldu, oyuncusundan tut ışıkçısına kadar…
Mehmet Öztekin: Bunlar çok kaliteli adamlardı ama… Mesela Tolga’yı çok etkileyen karakterlerden biri de Gülşen’di… Gülşen diye bir fan… Onunla da sohbet ettik. Tolga şöyle bir hesap yaptı, programın yayınlandığı sıralarda Gülşen 15-16 yaşlarında olabilir en fazla. “Yahu sen anlıyor muydun ki bu adamların laflarını o yaşlarda? Bu adamlar ağır bir takım laflar ediyorlar, gerisi zaten geyikti. Hadi bir dinledin, iki dinledin… Ama seni bu kadar bağlayan, bu kadar etkileyen, yıllarca takip etmene neden olabilecek ne olabilir ki?” dedi… Gülşen, “evet, anlamıyordum ama ağır ve derin bir şeylerden bahsettiklerini biliyordum ve bu çok enteresan geliyordu bana” dedi… Biz bunu filme koyduk mesela… Tolga’nın bundan çok etkilendiğini biliyorum…

Sinan: Allah Allah ya? Şimdi bu Kaan’a sağdan bakıyorum, soldan bakıyorum, önden arkadan bakıyorum… I-ıh! Ben film yapılacak bir adam göremiyorum? Sen ne görüyorsun bu adamda yahu? (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı: Vaay, başarılı!
Mehmet Öztekin: Evet sert girmeye başladı! (Kahkahalar)
Ulvi: Sen şimdi Kaan’ı tanımıyorsun. Ben de Özgür sayesinde tanıştım. Herhangi bir şekilde Kadıköy çarşıya gir, herhangi birine, manava falan Kaan Çaydamlı de… Göreceksin bak, bir Kaan Çaydamlı kültü vardır…
Sinan: Şimdi oraya gireceğim, gireceğim… (Kahkahalar). Yani bakıyorum, ulan ben çirkin bir herifim, benden iyi bir karakter olur da… Bu adamdan ne olur? Ne gördün bu adamda?
Mehmet Öztekin: Yaa… (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı: Kadınlara sormak lazım! (Kahkahalar)
Sinan: Anladık heteroseksüelsin! (Kahkahalar) Altını çizdik! Reportare özel notu! Adam heteroseksüel, umutlanmayın! (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin: Pek methini duyduk! (Kahkahalar) Ya ben biraz Tolga kıvamında girdim bu ortama. 18-19 yaşlarında, “film yapacağım” diye ortalıkta gezinen bir adamdım. Su halkaları gibi halkalar vardı etraflarında. İşte birinci halka, ikinci halka… Ben çok içlerinde değildim, her biriyle tek tek ilişkili olmama rağmen… Kaan dışında hiç biriyle öyle yoğun ve özel bir samimiyetim olmadı… Çok garip bir grubu oluşturuyordu bu insanlar ama hiç biri ayırdında da değildi bu acayipliğin… Ayırdında olup olmamak umurlarında da değildi zaten. İnsanlar yaşıyorlardı sadece ve hiç kimse, hiçbir şeyi yadırgamıyor, garipsemiyordu…
Sinan: Neden çok fazla içlerinde değildin peki?
Mehmet Öztekin: özellikle tercih ettiğimi söyleyebilirim. Farklı bir atmosfer vardı ve o atmosferin içine birden bire dahil olma ihtiyacı hissetmedim. İçlerindeymiş gibi davranmak benim yapabileceğim bir şey değildi…

Sinan: Daha açık sorayım, g.tün mü yemedi içlerinde olmayı?
Mehmet Öztekin:
 Yoo? O anlamda dışında değildim, çok da içlerindeydim. Ama ilişki kurma boyutunda geride duruyordum birazcık…  Yoksa her şeyin içindeydim, ortasındaydım yani…
Kaan Çaydamlı: Mehmet’in konumu farklı yalnız, bunun altını çizmek lazım. Mehmet bir gün çıktı geldi. “E hoş geldin, sen yukarıda kal” dedim kaldı. Bizim Mehmet’le ilişkimiz hep şu kıvamdaydı: Ne bileyim motorla Antalya’ya doğru yola çıkardım, 60 kilometre kala arardım “Mehmet ne yapıyorsun?” diye… “Ulan bugünlerde bekliyordum senin telefonunu” derdi. Gider bir şeyler yer içerdik, sonra yola devam ederdim… Yani bizim aslında çok daha geride kurulmuş bir ilişkimiz var ve Mehmet zaten “evdeki adam”dı hep… O “evdeki adam” olarak zaten  Mete ve Kaan’ın takıldığı yerde yaşayan bir adamdı…  Bizimle ama bizden başka bir yerdeydi…
Sinan: Sence niye çekti kendini o zaman? Bu kadar güçlü bir şekilde ait hissetmesine rağmen? Aslında bu yapının bir aktörü olduğunu da söylüyor bir bakıma?
Kaan Çaydamlı:
 Hayır! Bu yapının üstündeki! Bu yapının üstündeki bir noktadaki adamlardan biriydi Mehmet…  Onu izleyebiliyordum…
Sinan: Ama sen bir marjla ifade ettin? “Ben daha da dışarıdan bakıyordum” gibi bir ifade kullandın?
Mehmet Öztekin:
 Hmmm… Şuydu… Sinemayla çok fena kafayı kırmış vaziyetteydim. Film yapmaya takmıştım. Bu bana göre daha çok gözlemci olmayı ve bir şeyleri o şekilde yaşamayı gerektiriyor…
Kaan Çaydamlı: E biz de yeterince yaşıyorduk zaten… Gözünün önünde yaşıyorduk…
Mehmet Öztekin: Evet…
Kaan Çaydamlı: Fotoğraf çekiyordu Mehmet…
Mehmet Öztekin: Evet… Çok iyi fotoğraf çekmek, çok iyi bir kare çekmek bir tutkudur. Bunu tercih edebilirsiniz… Bu bir gün batımıysa mesela; anlık bir şeydir, saniyelik bir şeydir… Onu izlemeyi de tercih edebilirsiniz fotoğrafını çekmek yerine… O anı izleyip tadını çıkartmak da isteyebilirsiniz, o anın tadını çıkartmayı bir yana bırakıp belgelemeyi, fotoğraflamayı da tercih edebilirsiniz… İşte ben fotoğrafı çekmeyi tercih ettim…
Sinan: Sezgisel bir şey mi bu? Sen aslında sinematografik bir şeyin içerisinde olduğunu hissettin ve kaydetmeye başladın bir anlamda?
Mehmet Öztekin:
 Evet, evet…
Sinan: Bu bambaşka, özel bir sezgi çünkü…
Mehmet Öztekin:
 En başından beri sinematografik bir durum olduğunun bilincindeydim…
Sinan: Ve onu gözlemlemeye başladın?
Mehmet Öztekin:
 Evet…
Kaan Çaydamlı: Dışardan geldi zaten Mehmet… Bunun dışında, bir ilişki de yaşıyorduk…  Bir gün Antalya’ya gittim, tanıştık. Sonra bir dönem Antalya’ya yerleştim ama bu kez Mehmet Antalya’da değildi… Ama sürekli ilişki halindeydik… Bu Bodrum’a yerleşti, ben Antalya’ya yerleştim. Sonra ben bir gün Bodrum’a gittim, bir ay falan sürdü. Her sabah yola çıkıyordum ama bir türlü gidemiyordum. (Kahkahalar) Bu adamın da atlayıp bana gelmesi böyledir yani. Gelip hani bir düzen kurup, filim milim bilmem ne derken, birden şu kadar zaman… Anlamadık ki…
Mehmet Öztekin: Ha bak o etkileyici bir hikayedir. Ben Bodrum’da birileriyle böyle kitap mitap falan bir takım işler yaparken Kaan geldi. Bir uzun takıldı, sonra gitti. Sonra bir daha geldi. İkinci gelişinde, yanında çalıştığım insanlara “ben bu adamı götürüyorum” dedi. (Kahkahalar) Bitez’de balık yiyorduk, hiç unutmuyorum. Kaan’la atlayıp İstanbul’a geldik.

“kimsenin hayatına müdahale etmedim. kimseden de bir şey beklemedim. birileri gitti, birileri kaldı… ne bileyim, babam da böyle bir adamdı işte!”

Sinan: Neyi temsil ediyor peki Kaan’lar? Özgürlük mü? Başka bir şey mi?
Mehmet Öztekin:
 Gerçekten, çok samimi söylüyorum, böyle bir konumu yoktu. Antalya’da Kelepir’in önünde karşılaştık ilk kez. İşte 5 dakikalık bir sohbetimiz oldu. Önceden tanışmış olmamama rağmen çok garip bir diyalog oldu aramızda. Sonra o gece yemekte karşılıklı oturduk, biraz daha sohbet ettik…
Sinan: Tanıştığınız ilk gün mü?
Mehmet Öztekin:
 Evet… İlk gün, ilk…
Sinan: Önceden ününü duyduğun Kaan diye bir adam… Ve tanıştığınız ilk gün aranızda güçlü bir iletişim kuruldu.
Mehmet Öztekin:
 Evet, bir arkadaşım bahsetmişti bana Kaan’dan. O gece oturduk, Kaan’da bir huzursuzluk vardı. “Ben İstanbul’a dönüyorum” dedi, kalktı masadan çıktı gitti…
Kaan Çaydamlı: Hasan da vardı, ben oturamıyordum…
Mehmet Öztekin: Çok sıkıntılıydı… İstanbul’a gitmek üzere kalktı ve gitti…
Sinan: Eee? Bu mu çekici geldi yani?
Mehmet Öztekin:
 Çekici falan değildi yahu! Biz bir de bunun arkasından…
Sinan: Kaan, ters ters bakma bana öyle! (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin: Girecek bak şimdi sana (Kahkahalar)
Sinan: Bak, ben gelirken gusül abdesti alıp geldim! (Kahkahalar) Adamla buluşacağım yani! Büyük olay! Bu hissi anlamaya çalışıyorum yahu! Bu adam bir peygamber kendi camiasında… Kadıköy undergroundunda bir peygamber! Şimdi gerçekten öyle mi değil mi anlamaya çalışıyorum işte?
Ulvi: Şöyle söyleyeyim, ben eski Kadıköylüyüm. Kaan’ı tanımadan önce duyardım hep… Kelepir’den bilirdim ve benzer ortamlarda olduğum için aşinaydım… Şimdi Sinan da bir nevi Tolga Örnek…
Mehmet Öztekin:
 Haaa anladım!
Ulvi: Sinan Şenol’la tanıştığında bile şok geçirdi. Şimdi Şenol’un peygamber gibi bahsettiği bir adam, Kaan! İnternete girdiğinde yine böyle bir adam profili var ve Sinan da “ne buluyorlar bu adamda, ne var bu adamda” diye merak ediyor tabii…  Adamın Kadıköy’de bir hegemonyası va
Kaan Çaydamlı:
 Var tabii! Kahveciler falan tanıyor (Kahkahalar)
Ulvi: E var yahu! Gir ekşi sözlüğe, Kaan Çaydamlı yaz da bak… Yok efendim “arkadaşıma gidiyordum, zilde Kaan Çaydamlı yazıyordu, aynı apartmanda oturuyormuş, komşuymuş” falan…
Mehmet Öztekin:
 Ben şöyle bir örnek vereyim. Bir adam hakkında, halen yaşayan bir adam hakkında, o anlattığı şeyin aslını anlatayım yani… Antalya’da araba kullanıyorum. Dedeman’dan Şirinyalı’ya doğru gidiyorum. Anlattığım beş yüz metre mesafe Dedeman’ın önünde trafik ışıkları vardır. Kırmızı yandı, durduk. Yanımda da İstanbul’dan ressam bir arkadaşım var…  Müthiş bir bahar havası var Antalya’da… Camım açık, havaya baktım, açık, çok ılık, sevimli bir hava… “Kaan bugünlerde düşer Antalya’ya motorla” dedim… Hareket ettik.  Bir sonraki ışıklar 200 metre kadar ileride… Bir sonraki ışıklara geldik, Kaan aradı…  “Ben Korkuteli’nden iniyorum aşağıya yavaş yavaş” diye…  Şimdi bu soruna cevaptır aslında… Hani kaç adam tanıyorsun bunu böyle yapabilecek?  Havalar güzelleştiğinde motoruna atlayıp İstanbul’dan çıkıp Antalya’ya geleceğini 200 metrelik bir mesafede teyit eden bir adamdan bahsediyoruz… Bence bu kadar basit! Yaptığı işler; altıkırkbeş, kaybedenler kulübü falan…
Kaan Çaydamlı: (Sinan’ı işaret ederek) Bu yine anlamadı… Kesmedi bu herifi şimdi anlattıkların ama bu arada benim g.tüme çok şey girdi (Kahkahalar) Mehmet şimdi konuşmaya başladı!
Ulvi: E bir yerlere geliyoruz işte…
Mehmet Öztekin:
 Ben gelmeyeyim oraya diyordum! (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı: Ya hikâye şudur… Bir insandan bir şey beklememek… Karşında bir adam var… Ulvi de benim için öyledir mesela. 20 yıl görmem ama işte 20 yıl oradadır bu adam.  Bir şey beklemem, bir şey etmem ama bir gün Kadıköy’de gördüğümde otururuz; içeriz, s.çarız, sonra gider, iki yıl görüşmeyiz… En son ne zaman görüştük Ulvi?
Ulvi: Çok oldu…
Kaan Çaydamlı:
 Bu bir davranış biçimi! Biraz böyle Richard Brautigan’vari bir şey var burada. Bunu anlamak biraz g.t ister yani… Şimdi bunu anlayan insanlar zaten bu şeyi yakalıyor. Bir sürü insan oldu benim hayatımda böyle. Kaç tanesi kaldı dersen; Mehmet kaldı, Şenol kaldı… Bir adamda bir pırıltı varsa, o bana geçiyorsa o adam OK’dir. O adamın herhangi bir şey olması, herhangi bir şey yapması gerekmiyor artık. Dolayısıyla ona adam gibi davranmak kaçınılmazdır. Böyle formüle ediyorum bunu…  Tamam mı? Başka türlü nasıl cevaplanır bilmiyorum.
Ulvi: Kaan’ın şöyle bir durumu var mesela…  Benim çok samimi arkadaşım falan değil. Hayatımda Kaan’la baş başa da oturmadım, hep birileri vardı yanımızda… Ama ben şu duygudayım: Cuma günü Kaan’ı arayıp “hari gel motorlara atlayıp bir yere gidelim” diyebilecek kadar yakın hissediyorum… “Ne paylaştın bu adamla daha önce?”dersen, paylaşmadım hiçbir şey…
Sinan:
 Nasıl bir güç bu?
Kaan Çaydamlı:
 Bu güç işte g.tüne giren şemsiye! (Kahkahalar) Güçle ne alakası var bunun? Güç falan değil bu…
Ulvi: Bu samimiyetle ilgili bir şey…  Adamı görüyorsun ve iyi hissediyorsun, yakın hissediyorsun… Bu herif beni s.kmez, bu heriften bir kötülük gelmez diyorsun…
Mehmet Öztekin:
  Bu aslında hakikaten sıkıntılı bir durum! Özellikle Kaan formatında bir adam için çok sıkıntılı bir durum…  Bizim kavgalarımız da bu temelde olmuştur Kaan’la…  Ben biraz daha materyalist davranırım mesela. Hayatındaki birçok adama karşı uyarmışımdır onu ve o çok sert tepkiler vermiştir. “Neden, nasıl böyle şeyler düşünüyorsun?” diye kızmıştır bana…  Mesela “bu adama dikkat et” dediğimde çok sinirlendiğini hatırlıyorum.
Kaan Çaydamlı: İşte bunlar hep g.tüme girmiştir benim!
Mehmet Öztekin: Bazen kalkıp üstüme yürüyecek falan zannettiğim durumlar olmuştur yani… Bu kadar zırhı olmayan bir adamın mesela Ulvi’ye bunları söyleten, öyle hissediyorum dedirten hali de odur aslında… Ben öyle bir adam değilim, hiç olmadım. Belki o demin sorduğun sorunun karşılığı da buydu… Bu gruba girmek te öyle bir adam olmayı gerektiriyordu… Devrim de böyle bir adamdır mesela, şimdi düşünüyorum da…
Kaan Çaydamlı: Kalanların hepsi öyledir…
Mehmet Öztekin: Yani!…  Ama bu bir gözlem… Brit bana Kaybedenler Kulübü kitabını imzalatırken,  Brit’le ilk yalnızlar partisi gecesi konuştuğumuz bir detaya ilişkin mevzuyu yazdım oraya. Bu, Brit’i çok etkiledi, bu detayı nasıl hatırladığıma inanamadı… Dediğim gibi; günbatımını izlemek mi yoksa fotoğrafını çekmek mi arasındaki tercihti benim için…

Kaan Çaydamlı: Bak, kimse kimsenin hayatına müdahale etmiyor… Bu adam film mi yapmak istiyor, film yapsın o zaman… Bu herif reklamcılık mı yapmak istiyor, reklamcılık yapsın… Birlikte film yapalım, bilmemneyi birlikte yapalım diye bir şey yok… Doğal olarak gelişiyorsa gelişiyor… Izdırap şurada:  Çok fazla şey yaptık biz! Hakikaten hep bir şeyler yaptık… İlk günden beri…  Mehmet’le “Uluma”yı yaptık…  “Buruk Acı”yı yaptık.  Ben ne anlarım sinemadan? Ama bu herif “yapacağım” dediğinde, “hayır yapma” demeyen bir adamım sonuç itibariyle… Çünkü biliyorum, yapacak yani… Ve iyi yapacak!
Sinan: Gerek duyduklarımdan, gerek okuduğum ve anlattıklarından yola çıkarak anlıyorum ki bir rol model haline gelmişsin…  Kabul et veya etme…
Kaan Çaydamlı:
 Bir sürü insan için öyle, doğru…
Sinan: Şenol’la da konuştuk. Etrafında o halkalar var hep. Beraber olduğun insanlar var…
Kaan Çaydamlı:
 Hiç umursamadım ben o halkaları anladın mı? Sihir burada! Yani roman kahramanı yaptılar… Bir kere radyoda adını anmadım. Eskişehir’e gitmiş oturuyorum, yanda birisi bizim programdan bahsediyor. Acayip şeyler anlatıyor. Hiç müdahale etmedim bunlara. Radyoda da etmedim, özel hayatımda da etmedim… Bu adamlar bir şey yapıyor,  yapsınlar a.q. yani! Bu adamlar altıkırkbeş’in bilmem nesinden bir şey alıp bir şey yapıyorlar, yapsınlar ulan! Yapsınlar! Bu umursamamak ta değil aslında…
Sinan: “Ben kendimi yaşıyorum” diyorsun yani?
Kaan Çaydamlı:
 Yani bazı adamlar girebiliyor işte… Yoksa, bana yaklaşmak çok zordur aslında… Yanılıyor muyum Mehmet?
Mehmet Öztekin: Evet, zordur…
Kaan Çaydamlı: Şenol’un hikâyesi öyledir mesela… Şenol “abi, ben bilmem neyim” diye gelmedi… Bir gün çıktı geldi, baktım herife, “ben gidiyorum, dükkâna sen bak” dedim. “Ne zaman gelirsin?” dedi. “Ne bileyim, üç aya gelirim herhalde” dedim… Motorla çıkıyordum… Şimdi “niye Şenol?” dersen, bu kelimeyle ifade edilebilecek bir şey değil… Şenol’du çünkü… Geldi ve girdi oraya… Bilmem anlatabiliyor muyum?
Sinan: Anlamaya çalışıyorum.
Kaan Çaydamlı:
 I-ıh! Zor senin anlaman! (Kahkahalar)
Sinan: Okuyucu daha zor anlayacak… (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı:
 Senin suratına bakıyorum ben ama… (Kahkahalar) Abi ne bileyim yahu, ifade edilebilir bir şey değil herhalde bu…
Sinan: Sonuç itibariyle ortada öyle veya böyle heyula haline gelmiş bir şey var.  Dolayısıyla böyle “bunu anlamanız zor” deyip çıkamazsın işin içinden. Üstelik filmi de yapıldı artık bunun. Şimdi muhtemelen ikinci kuşak fanlarını, ikinci dalgayı göreceğiz. Bu artık, “bunu anlayamazsın, bu da böyle bir şeydi” denebilecek bir şey değil…
Kaan Çaydamlı:
 Belki de sihir buradadır! Ben hep bendim… Anlatabiliyor muyum? Sihir buradadır belki de… Anlattım işte, bazen ben de şaşırıyorum… Öyle adamlar gelip gitmiş ki? Başka biri olsa, belki bir iki defa görüştükten sonra iş bağlamaya kalkardı falan… Benim hiçbir zaman böyle bir tavrım olmadı…
Mehmet Öztekin: Ya biliyorsun, reklam işi yüzünden hayatımıza çok fazla insan girdi… İngiliz yönetmenler geldi,  takıldık beraber.  Amelie’nin sanat yönetmeni üç gün bizim evde kaldı, Kaan’la beraber yaşadığımız evde… Alman görüntü yönetmenleri, İspanyol yönetmenler, Amerikalılar geldi gitti.  Onlarda da aynı şey oldu. Onlar da bu ortamın içine girdiklerinde mesela beat generation konusunda onlardan daha bilgili oluşumuzu falan şaşkınlıkla karşıladılar.  Adamın bilmediği bir sürü şeyi biliyorsun onun üstüne de bir de sebepleri sonuçları üzerine konuşuyorsun. Ne anlatmaya çalıştılar, ne yaşadılar kafa patlatıyorsun. Mesela objektif sinema koleksiyonuna katıldım. Çok yeni, Los Angeles’ta.  Böyle bir bağlantıyla oldu bu da…  Buraya gelip bizimle takılıp, Radika’da rakı içen bir yönetmenin aracı olmasıyla oldu yani…
Sinan: Bir tür modern cemaat durumu…
Mehmet Öztekin
: Bütün bunlar biraz da demin anlattığım kişilikle bağlantılı…

İçimizden Geldi: Tatlı Niyetine… “Bahama Kuşkusu”

“her yolculuk başladığı yerde biter. her adımda aslında başladığın yere yaklaşıyorsun…”

Sinan Kaan’la yaş anlamıyla da yakın olduğumuz için ilginç gelen bir nokta var benim için… 80’li yılları yaşadın sen, onun öncesinde çok yoğun bir politizasyon dönemi vardı Türkiye’de ve 80 sonrası o politizasyonun bizim kuşağımızdaki etkileri farklı biçimlerde devam etti.  Herkes farklı kanallarda ifade etti kendisini. Sen bambaşka bir alanda, acayip bir özgürleşme alanında kendini buldun ve ifade ettin. Anladığım kadarıyla bu da fazlasıyla karşılığını buldu… Radyo programıyla buldu, altıkırkbeş ile buldu… Sen bambaşka özgürlük alanlarını keşfetmeye başlarken, insanlar da seninle beraber keşfetmeye başladı…  Senin iç dünyanda bu açılım, bu özgürleşme nasıl gerçekleşti?
Kaan Çaydamlı: Bilmiyorum? Oldu işte… Bilmem?
Sinan: Yok abi! Böyle “bilmiyorum” diyerek çıkamazsın işin içinden…
Kaan Çaydamlı: Babam da öyle bir adamdı belki? Ne bileyim ben yahu? Ki hakikaten öyle bir adamdır babam da yani (Kahkahalar)
Ulvi: Bak bunu başlığa çekmek lazım! (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin: Dimi? (Kahkahalar) İster İstemez!

Sinan: Bir şey ver bana Kaan! Bir şey ver!

Kaan Çaydamlı: Ne boktan sorular soruyorsun yahu! Şimdi bunu ifade etmek zor…  Ne bileyim… Mesela Kuşbeyin acayip bir insan… Biraz oraya geliyor.  Refah Partisi o dönem ortalığın anasını s.kiyor! Herkes Çağdaş Yaşam’a gidip, “ben de bir şey yapayım abi” kafasına giriyor. Bir şey yapmak için oraya gidiyorlar…  Bizim programı Kuşbeyin diye bir adam arıyor. Herif Sultanahmet’te yaşıyor. Acayip mistik bir ortam! Etrafındaki herkes mümin… Dinle çok ilişkili yaşıyorlar. Din, hayatlarının çok önemli bir kısmı…  Tolga “niye dinledin bu adamı?” dediğinde, Kuşbeyin “ya bir gün Recai Kutan kesin paçalı don giyiyordur, Deniz Baykal da slip giyiyordur dedi,  nasıl dinlemezsin böyle bir programı?” diyecek kadar esprili bir adam… Olayı böyle karikatürize edebilen bir adam… Oturup programda ney çalan bir adam…  Böyle bir sürü adamla tanıştık. İlişkilendik. Hala daha ilişkimiz var… Kitaplarını bastık. Onların o yanlarıyla ilgilenmiyoruz ki biz? Bizim hayat tarzımızı da onlar biliyorlar… Böyle bir hayat bu…  Motora binmek, rock&roll, pompalamak falan filan…  Bütün bunların altındaki şeyi hissetmekle ilgili bir şey bu…
Mehmet Öztekin: Bak şimdi, örneğin Kuşbeyin “Tekamül bir süreçse, birbirlerine bu derece zıt olanlar aslında aynıdır” kafasında bir adam… “Dünyada sana en uzak yer sırtındır” diyen bir adam…
Kaan Çaydamlı: Biz de bunu radyoda bir başka şekilde ifade ediyorduk… Ne diyordum ben? Başlayan her yolculuk…?

Mehmet Öztekin:  Bir kürenin üzerinde başlayan her yolculuk…
Kaan Çaydamlı: Her yolculuk aynı yerde biter… Attığın her adımda aslında başladığın yere bir adım yaklaşıyorsun…
Sinan: Kaan, konuşmak seni niye bu kadar sıkıyor?
Kaan Çaydamlı:
 Bu konularda sıkılıyorum… KTN’lerden birine yazdığım gibi, bunlar aslında üstüne konuşulmayacak şeyler… İçmek lazım! Konuşmamak lazım! Bunlar öyle şeyler aslında…  Çünkü bunlar bilinçle ilgili şeyler değil, bunlar sezgiyle ilgili şeyler…  Ben mühendisim sonuç itibarıyla… Formasyonum da mühendislik formasyonu, ama sanat hep sezgiyle olmuştur… Sezgi hep arkadan gelen bilimin önünde olmuştur…
Sinan: Bir mühendisle bağdaşmayacak bir görüş değil mi bu?
Kaan Çaydamlı:
 Alakası yok! Eğer sezgi yoksa, o bilimsel hayali kuramazsın… Hayal gücünden bahsetmiyorum, sezmekten bahsediyorum…  Bir adamı gördüğümde, bir şey sezdiğimde tamamdır yani…  Bunu sorgulama durumum yok. Bir gün kıçıma bir şey sokana kadar, ya da ben onun kıçına bir şey sokana kadar…  Hayat bu… Böyle bir şey yani… Bunu anlatmak için yazıyoruz zaten…
Sinan: Kaybedenler Kulübü vizyona çıktıktan sonra ilgi odağı olacağını, başka kesimlerin ilgi odağı olacağını da biliyorsun değil mi?
Kaan Çaydamlı:
 Bunu hiç s.klemedik bugüne kadar… Zaten ilgi odağıydık biz…
Sinan: S.klememiş olabilirsin ama…
Kaan Çaydamlı:
 Bunu anlatmak zorunda değilim… Ulvi’yle sen olduğun için konuşuyorum burada! Anlatabiliyor muyum?
Sinan: Anlıyorum ama sonuçta seni daha önce tanımayan, senin ne yaptığını, nasıl yaşadığını bilmeyen insanların önüne bir şey geldi şimdi… Bu filmle birlikte bu adam (Mehmet) dedi ki “böyle bir insan kitlesi var, böyle bir adam var ve bu adam böyle yaşadı, bu adam bunları söyledi”… Şimdi filmle birlikte bütün bunları önümüze koydu bu adam…
Mehmet Öztekin:
 Evet doğru…
Ulvi: Onu bırak, benim oğlum 10 sene sonra bu filmi seyredecek ve diyecek ki “baba sen Kaan’ı tanıyor musun? nasıl bir adam?”
Sinan: Oraya da gelme… Bırak onun on sene sonrasını…  Bugün ben bakıyorum, bambaşka bir dünya benim için sizin yaşadığınız… Düşün ki aynı kuşağız…
Kaan Çaydamlı:
 Sen ne yaşıyorsun Allah aşkına (Kahkahalar)
Ulvi: Yine konuşmaya başladı (Kahkahalar)
Sinan: Aynı kuşağız ama senin kanalın bambaşka, benim kanalım, falancanın kanalı bambaşka… Dolayısıyla bu filmle birlikte benim önüme böyle bir şey koyan adamdan yola çıkarak seni merak ediyorum…
Kaan Çaydamlı:
 Tamam dostum, bak problem burada! Sen merak ediyorsun! Merak etmesen seninle zaten ilişki kurabiliriz… Ama sen merak ettiğin sürece seninle bir ilişki kurma ihtimalimiz yok bizim. (Kahkahalar)
Sinan: İlişki kuramayız canım zaten (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı:
 Cevap olarak söylüyorum yahu… Kaldı ki ilişki de kurarız canım ayrıca (Kahkahalar)
Sinan: Hiç sanmıyorum (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı:
 Beğendim yani (Kahkahalar)
Sinan: Sanmıyorum! Gerçi çok enteresan bir adamsın ama… (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı:
 Allah razı olsun da…
Sinan: Tartıyorsun karşındakini…?
Kaan Çaydamlı:
 Ben seziyorum abi! Asla tartmak diye bir şey yok…
Sinan: Algıdan söz ediyorum… Algı bu…
Kaan Çaydamlı:
 Bazen yanılabiliyorsun… Ama yanıldığın yere kadar da yanılmıyorsun aslında… Yanlış mı söylüyorum?
Mehmet Öztekin: Yo… ben başta söylediğim şeye dönebilirim burada. O Serdar Ortaç klibine…  Abi kimin nasıl durduğuyla ilgili bu… Farklı yerlerden bakıyor olabilirsiniz, farklı janrlardan olabilirsin. İşte yine Kuşbeyin iyi bir örnek bu anlamda. Kendi durduğum yerde ne kadar sağlam durduğumla, hayata nasıl baktığınla ilgili bu… Kendi değerlerinle ne kadar barışık olduğunla ilgili…
Kaan Çaydamlı: Ne kadar dürüst olduğunla ilgili kendine karşı…
Mehmet Öztekin: Şimdi de bu adamlar işte biz Kaybedenler Kulübü diye bir program yapıyoruz, bu da biraz ilgi görüyor diye bunu bir tribe dönüştürselerdi şu anki durumlarında olamazlardı…
Ulvi: Ortada kalmamışlardı zaten öyle bir tribe girselerdi…
Mehmet Öztekin:
 Evet olmazdı… Bunu giyinmeye kalkarsan giyinemezsin… Ha, bu zaten tek başına bir şey de olamaz… Mesela altıkırkbeş yayın çok önemli bir faktördür. Bu elbisenin dikilmesinde önemli bir yeri vardır. Kaan’ın fotoğrafçılığı da bir faktördür…  İşte Richard Brutigan’dan bahsediyor mesela…  Beat Generation’dan bahsediyor…  Basılmış kitaplar, okunmuş kitaplar üzerine konuşulanlar, o edebiyat sohbetleri… Bütün bunların hepsi ama hepsi etkilidir… Mesela Kaan ayda bir Enis Batur’la yemek yiyordu… Standart bir şey, adeta bir ritüeldi… Oruç Aruoba ile Mehmet Güreli ile haftada bir yemek yiyordu buluşup… Şimdi baktığın zaman bu adamlar bir sürü şeyi belirliyorlar… Bu ülkede kimin ne okuyacağına karar veren adamlardan bahsediyoruz… Yani bütün bunlar bir radyo programından ya da işte Kadıköy’de takılmaktan ibaret bir şey değil… İstesen de bundan ibaret bir şeyle bu etkiyi yaratamazsın… Ancak bütün bunlarla birlikte o elbise üzerine giydirilir ve zaten o zaman istesen de çıkartamazsın bu elbiseyi… Bu açıdan, Sinan sen haklısın tabii o agresyonla gelmekte…  Doğal olarak kurcalıyorsun “ne yani bir radyo programı, üç beş hikâyeden ibaret mi her şey” diye…

“bilgi bir insanlık hakkıdır! paran yok diye bilgiye ulaşamıyorsan bu bir insanlık suçudur! bilgi lan bu!”

Mehmet Öztekin: Kaan “bunlar anlatılabilir şeyler değil” diyor ve ben orada birazcık tercüman olmaya çalışıyorum. Bu açıdan belki biraz enteresan bir noktada duruyorum. Şu an bir dizi çekiyorum. Popüler bir dizi… Sinemacılığın en aşağılık noktasıdır diziler. Popüler iştir sonuçta. Böyle bir dizi “işinde” çalışırken bir yandan da marjinal kabul edilen bir filmin senaryosunu yapmak enteresan bir nokta…
Sinan: Neyi çekiyorsun?
Mehmet Öztekin:
 “Aşk ve Ceza”yı çekiyorum ama Kaybedenler Kulübü’nün de senaristiyim. İkisi bir arada, düşünebiliyor musun? Bu beni çok zorluyor psikolojik olarak…
Kaan Çaydamlı: Sinan, işte bu senin soruna da cevap vermiş oluyor aslında… Anladın mı? “Aşk ve Ceza”yı çekiyorsun! Nasıl çekiyorsun abi? İşini ciddiye alarak çekiyorsun! Bir şeyler katmaya çalışarak çekiyorsun. Hayatını kazanmak için çekiyorsun! Eyvallah! Buna kim ne diyebilir? Ama Kaybedenler Kulübü’nün senaryosunu yazıyorsun, Veronica Pompa İstiyor’u yazıyorsun… Menajerin “dur ulan ben okuyayım önce” diyor (kahkahalar)

Ulvi: Ne? Senin menajerinde mi oldu? (Kahkahalar) bunu da başlığa çekelim! (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı:
 Acayip bir kadın! Hemen aşık olursun! Ben kendimi zor tutuyorum! (Kahkahalar) Bunu da başlığa çekin! (Kahkahalar) Şimdi burada Türk insanının ilk yapacağı şey yargılamaktır. “Ulan sen hem böyle takılıyorsun, hem de gidip aşk ve cezayı çekiyorsun, s.ktir git!” falan…  Hayır abi! Ne alakası var yani?
Ulvi: Eh işte ben de aynı şeyi yapıyorum. Reklamcılık yapıyorum! Ama oğlum var, okul taksiti var… Yapmak zorundayım yani…
Kaan Çaydamlı:
 Ama aynı zamanda iyi de yapmaya çalışıyorsun!
Ulvi: Yaptığım her şeyi iyi yapmaya çalışıyorum… Bu, kişilikle ilgili bir şey… Ne yaparsan yap, altına imzanı atıyorsun. Kimse hayatta öyle bakmıyor… “O adam işini iyi yapar ama bunu para kazanmak için üfürmüş” demiyor…
Kaan Çaydamlı:
 Şöyle bir dürüstlük var yani…  Oraya adını yazdırıyor adam! Bir sürü g.t, bu alemde entelektüelim diye gezinen bir sürü g.t, oraya zart zurt, yok bilmem ne yazdırıyor! Hepsi paçavra o yüzden benim için! Bu adam adını yazdırıyor abi! Mesela Erol Egemen örneği vardır. Herif yıllardır her yerde bir sürü büyük şirkette grafikerlik yapıyor, hayatını kazanıyor. Ama aynı zamanda altıkırkbeş’in kapaklarını da yapıyor! Hiç bir şey durduramıyor herifi bunu yapmak için…  Ne bu yani? O zaman “niye g.tünü satıyorsun? Niye bunu yapıyorsun?” mu denir? Kim diyebilir? Onu da iyi yapıyor, bunu da iyi yapıyor! Ha, bunu gelip yap demiyoruz adama…  Zaten “ulan niye göndermiyorsunuz?” diye arayıp bize bağırıyor! Hikâye budur! Yani bunu da konuşalım, bu da Poetix‘in dürüstlüğüdür. Çok önemsiyorum, hepimiz çok önemsiyoruz bunu… Hiç para kazanmıyoruz bundan. Her sayı sattığında “g.tümüze bir buçuk lira girdi” diye üzülerek, “ne kadar hızlı sattı lan” diyerek basıyoruz bunu. Mail gönderiyor insanlar buraya. İyiyse basıyoruz abi, tek kriter budur! Bu da bir cevap aslında sana… Yaptığımız şey bu… Yani herhangi bir çeteye üye olmana gerek yok…  İşte yok “Enis Batur tayfası”, yok “bilmem ne tayfası”… Hala var mı bunlar bilmiyorum gerçi ama, bizde bu tür şeyler yok. Bir şeyler yapabilmek için bir yerlere dahil olup, işte biraz yerleri süpürmen, biraz g.tleri yalaman gerekiyor ya bu ülkede… Bize göre değil bu işler.
Sinan: Evet, aidiyetler üzerine, müridlikler üzerine kurulmuş bir dünya var Türkiye’de…
Kaan Çaydamlı:
 Tabii, tabii…  Cemaat anlayışı var…
Sinan: Ulvi sizi ve sizin yaptıklarınızı önüme ilk koyduğunda “hmm, bir grup marjinal” diye baktım olaya…  Hatta dün gece konuşurken, laf arasında “abi nedir yani, ana avrat düz git, alt alta koy… Bu mudur bu ağabeylerin işi?” diye baktığım bir olaydı sizin olayınız… Fakat tanıdıkça, konuştukça belki yine sezgisel olarak, bu coğrafyada çok da fazla alışık olmadığımız bir özgürleşme hareketi olduğunu hissediyorum bunun…  Bundan dolayı da önemsiyorum… Yoksa s.kseler beni buraya getiremezler…
Mehmet Öztekin:
 Eyvallah!
Sinan:  Fakat problem şu…  Bunun formülasyonunu da göremiyorum… Bunu formüle eden bir şey, bir mekanizma da yok…  Bu ancak söylediğim gibi, sezgisel olarak ifade edebildiğim bir şey… “Hmm evet! Bu, aidiyeti gerektirmeyen bir özgürleşme alanı… Böyle bir alan yaratılmış burada ve bunun ucu bucağı, başı kıçı yok !”
Kaan Çaydamlı:
 Doğrudur!
Sinan: Kaybedenler Kulübü popüler bir ürün olsaydı, üzerinde fazla konuşmaz, geçer giderdik… “Bu, budur” derdik… Ama tezi olan bir adamsın… Dolayısıyla bu tezin birebir formüle edilebilmesi mümkün olmasa bile, en azından ip uçlarının paylaşılması gerektiğini düşünüyorum… Bireysel özgürlük, bu tür bir özgürleşme Türkiye için hala daha çok yeni, hala daha algılanamayan bir şey…  Ama sen çıkıp, “ben bunu seksenlerde, doksanlarda yaptım” diyorsun… “Ben bunları, bunları yaptım, aştım” diyorsun… “Bu defteri dürdüm kenara bıraktım” diyorsun… “Dünyada ne olmuş ne bitmiş, onu da koydum ortaya, ne bokun varsa ye!” diyorsun… Oysa bu arada dünya özgürleşmeye gitmiyor…  Dünya cemaatleşmeye gidiyor… Klasik cemaatlerden modern cemaatlere doğru sosyolojik bir evrilme bu…  Ben bunu konuşmak isterim seninle…  Bütün bu süreçte sen nerede duruyorsun? Sen bu süreçle nasıl baş ediyorsun?
Kaan Çaydamlı:
 Eh çok zor baş etmek! Anladım… Hmmm… Şimdi politik bir soru mu sordun sen?
Sinan: Evet politik bir soru sordum, hayat politika üstüne (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı:
 Sen ne sordun ya?
Sinan: Sen ne anladıysan… (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin:
 Ben… Ya neyse, sen cevap ver de…
Ulvi: Ben ne anladığımı söyleyeyim mi?
Sinan: Sen bir dur yahu, tercüme etme…
Ulvi: Yok tercüme değil… Şenol bir önceki sayıda mail attı, “kardeşim beğeniyoruz demeyin, para gönderin” dedi. İlk para gönderenlerden biri sanırım benim… Niye? Yarın bu dergi çıkamıyor desen, ben makinemi satarım bir sayı da çıkarabilirim… Belki iki sayı çıkarabilirim… Çünkü bu derginin olması lazım…
Kaan Çaydamlı:
 Katılıyorum…
Ulvi: İsterse sadece 500 kişi okusun, fark etmiyor…  Bu derginin rafta olması gerekiyor… Bu ülkede böyle birileri var, böyle yaşayan insanlar var, böyle hisseden insanlar var… Bunun için bu derginin rafta olması gerekiyor! Sev sevme, beğen beğenme… Her yazıyı ben de beğenmiyorum. Beğenmek zorunda da değilsin ama o yazı orada… Cünkü bizim bir medyamız yok, bunun orada olması gerekiyor…

Sinan: Sen de böyle mi düşünüyorsun Kaan?
Kaan Çaydamlı:
 Hmmm. Şimdi tabii biraz aidiyet durumu var burada… Ben tam olarak öyle düşünmüyorum… Fakat bu dergi için “çıkın lan sokağa yazılayın” dediğimde bilmem kaç kişinin çıkıp geceyi nezarethanede geçireceğini biliyorum… Bu başka bir şey… Senin ısrarla güç dediğin şey bu belki… Ama bunu sağlayan dürüstlük yine… Çünkü bunun içinde “iyi olmak” dışında hiç bir kriter yok… Peki iyinin kriteri ne? Biziz maalesef! Şenol, Mehmet, ben, yani altıkırkbeş’teki herkes iyinin kriteri! yani tartışmıyoruz tartışıyoruz yani iki defa adamın şeyi var “Bahama Kuşkusu” diye bir seriye başladık. 8 kitap gönderiyor insanlar… İyiyse basıyoruz… Bir sürü yer satmayı reddetti…  Mesela Remzi reddetti Bahama Kuşkusu’nu satmayı… Uygun bulmadı…Arkadaş Ankara uygun bulmadı… S.ke s.ke satacaklar anladın mı? Bak ben bu yüzden savcıya ifade vermek durumunda kalabilirim… Çünkü burada neler diyor herif? “Ya Resullulah! Dün gece tam karşımda sonbahar kokan bir kadındın, saçların sarkıyordu ince ama etli kulaklarından. Ve ne zaman seni koklasam, aklım sonsuz kırlarda dolanırdı…” Şimdi burada bir Tanrı güzellemesi var aslında… Ben bunu sonuna kadar savunurum anladın mı? Bunun için hapiste yatarım! Hiç te şu kadar buramda olmaz! Ama burada bir başkası “underground yapacağım” diye ikiyüz tane s.k, g.t, s.k koyduysa, g.tüne koyayım, a.ına koyayım filan koyduysa… Yani bunu savunamayacaksam, onun için hapis yatamayacaksam, o zaman onu basmam! Kriter budur! Çünkü underground başka bir şeydir abi! Onu savunurum ben… Bu da dürüstlüktür işte! Bunun kriteri biziz maalesef! Biziz, çünkü kimse bunu yapmıyor bu ülkede! Kimse bunu göze almıyor, biz alıyoruz! Niye? Çünkü bu acayip bir metin oğlum! Bu yani, bu! Enteresan bir şey söyleyeyim, Türkiye’den çok yurt dışında ses getiriyor bu dergi… Bir sürü üniversitenin kütüphanesine giriyor… Oxford’dan, Cambridge’den profesörler geldi, röportaj yaptılar…  Gelin ders verin dedi herif… Yurt dışından yazı gönderiyorlar buraya…
Mehmet Öztekin: Nietzsche CircleNew School New York… Onlar girmek istiyor…
Kaan Çaydamlı: Martin Puchner! Kitabını aldık, önsöz yaz dedik. 2 gün sonra 20 sayfa gönderdi… “Bundan sonra bütün kitaplarımı basabilirsiniz, kimse sizden para isteyemez” dedi. Şimdi Martin Puchner bize bunu diyorsa bu çok ciddi bir şeydir… Kimse bunun farkına varmıyor olabilir ama, 20 yıl sonra, 30 yıl sonra farkına varırlar… Ama Martin Puchner “kimse sizden copyright parası alamaz derse” ben de bunun arkasına copyleft çakıyorum, “eğer alamıyorsan buradan indir” diyorum… Ben de bu kadar dürüstüm yani… Çünkü şuna inanıyorum: Bilgi bir insanlık hakkıdır! Paran yok diye bilgiye ulaşamıyorsan sana karşı bir insanlık suçu işleniyordur! Bilgi lan bu!
Sinan: Bu bir manifesto!
Kaan Çaydamlı:
 Tabii manifesto! Copyleft! S.kerim rightı! Yani sağ-sol anlamında demiyorum bunu…
Sinan: Anlıyorum…
Kaan Çaydamlı:
 Kaldı ki sağı da s.keyim!
Ulvi: “Ayrıca” diyorsun yani!
Kaan Çaydamlı:
 Özel olarak! (Kahkahalar) Hikâye budur! Altıkırkbeş’in hikayesi de budur… Kaybedenler Kulübü’yle ilgili de söyleyeceğim şu: Altıkırkbeş’le bu ülkede on beş yıl önce bastığımız şeyleri daha yeni basmaya başladılar, yeni basıyorlar… Bizim şu anda basmaya başladığımız şeyleri on beş yıl sonra basacaklar… Manifestomuzda bunu net söylüyoruz. Hikâye budur yani… Bunun peşindeyiz, bu bizi heyecanlandırıyor… Ama bu arada para kazanmak için yapmamız gereken işler var… Ben mühendislik yaptım mesela… Bir sürü bina yaptım…

“neye inanırsan inan, bunları okumazsan eksiksin yahu! bunları şimdi bilmezsen, sonra keşfetmeye çalışmak zorunda kalırsın…”

Sinan: Bütün bunların, bunca çabanın, riskin karşılığını bulduğunu düşünüyor musunuz?
Kaan Çaydamlı:
 Böyle bir soru yok! Bunu düşünerek hareket ediyorsak, edemeyiz zaten…
Mehmet Öztekin: Filme de koyduğumuz şeyle bir örnek vereyim sana. İki tane örnek yaşadım ben… Altıkırkbeş’te bir  Cortazar‘ın “Açıklayıcı Bilgiler El Kitabı”ı basıldığında…
Kaan Çaydamlı: Yıllar önce…

Mehmet Öztekin: Çok uzun zaman önce…  Cortazarın daha c’si geçmiyor Türkçe’de… O güne kadar kimse Cortazar ismini anmış değil. Yayınlandığı dönem için sert bir metin. Hele Türk okuyucusu için… Düşünüyorum da, okunması mümkün değil…
Ulvi: Hala öyle…
Mehmet Öztekin:
 Tabii… Onu bastık ve “matbaadan gelen kitap yığını karşısında sigara içeriz” geyiği olmuştu… Otranto Şatosu için olmuştu bir de… Kubin’in “Diğer Taraf”ı için de olmuştu ki zaten “gözden kaçanlar- göze kaçanlar” diye bir parti de yapmıştık Kubin için… Kaan’ın “önemli metinler basmamız lazım” takıntısı vardı o zaman… Hayretle karşılıyordum. Dört yüz tane sattı Alfred Kubin! Diğer Taraf müthiş bir metindir ya?… (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı: Temel metinlerden biridir! Onu okumadan bu çocuklar nasıl hayal kurabilirler anlamıyorum!
Sinan: Militan bir yanın var… Özgürlük militanlığı! Biliyorsun ki “bunu okumaları lazım”! Yahu niye okuması lazım? “E okuması lazım abi! Çünkü başka türlü olmaz!” diyorsun…
Kaan Çaydamlı:
 E ama kriter biziz işte oğlum! Kriter biziz burada! Hep dediğim gibi, neyi okumak istediysek onu bastık!
Mehmet Öztekin: Enteresan tabii… Hani bütün bunlar tamam, bunlar sert metinler, iyi metinler…  Ama mesela Otranto Şatosu iyi bir metin değil… Ama özel bir metin… Gotik edebiyatın ilk metni…  Şimdi lafa baksana, gotik edebiyatın ilk metni demek ne demek yahu?
Kaan Çaydamlı: Şu da önemli tabii… Gotik edebiyat nedir? Devrim yahu o tarihte öyle bir şey yazmak!
Mehmet Öztekin: Adam diyor ki kötü metin, ama basmamız lazım yani…
Sinan: Abi riske giriyorsun? Ticari olarak riske giriyorsun?
Mehmet Öztekin:
 Riske falan girmiyorsun abi! Direkt uçurumdan atlıyorsun! Yani risk bile yok! (Kahkahalar) Batmak konusunda risk yok!
Sinan: Üstelik mahkemelerde sürünmek! Ne adına yahu? Neymiş, mutlaka okumaları lazımmış!
Kaan Çaydamlı:
 Ya işte bu soruyu sorduğun anda yapamazsın diyorum!
Sinan: Abi ben sana bu soruyu soracağım, sen de bunu bana açıklayacaksın… Ne adına?
Kaan Çaydamlı: Elimde değil oğlum ya! Ne yapayım? (Kahkahalar)
Sinan: Dışarıdan mı destekleniyorsunuz? Para mı alıyorsunuz, ne yapıyorsunuz? (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı:
 Keşke! Keşke birisi parayı verse de…
Sinan: Geleneksel Türk ahlak yapısını, aile yapısını ve sistemini bozmaya dönük dışarıdan destek mi alıyorsunuz nedir yani?
Kaan Çaydamlı:
 Bak hep dediğim bir şey var… Yine bir Kuşbeyin örneği vereceğim… Hayatımızdaki çok önemli bir insandır… Rahatsız oluyorum bu örneği vermekten ama yani o adam bu kitapları her gönderdiğimde okuyup, bununla ilgili en olmadık yerde bir cümle söyleyip, bana bunu okuduğunu ve onu niye bastığımızı gayet iyi anladığını o kadar ince bir şekilde ifade eder ki… Hikâye budur! Biz aslında senin dediğin gibi bir şey yapmıyoruz… Neye inanırsan inan, yani bunları okumazsan eksiksin yahu… Bunları bilmezsen, sonra tekrardan bunları keşfetmeye çalışırsın…
Sinan: Niye yayıncılıktan daha kolay bir alana girmedin ki?
Kaan Çaydamlı:
 E mühendislik yaptım ya işte? (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin: Aslında çok güzel bir örnek var… Aynı yıllarda, 90’ların ortalarında Afa Yayınları’nın bastığı “Blöfçünün Rehberi” serisi vardı… Yani böyle de takılabilirsin anlatabildim mi? Hakikaten, Blöfçünün Rehberi 16 kitaptı yanlış hatırlamıyorsam,,,  O 16 konuda süper atar tutarsın… Bu, böyle olmayı tercih etmekle ilgili bir şey… Samimiyetle ilgili… Kaan’ın yaşadığı en büyük hayal kırıklıklarında biri herhalde Cehennem Meleği’ni basarken Harley Davidson Türkiye’nin yaptığı terbiyesizliktir mesela…
Ulvi: Ben niye bilmiyorum onu?
Mehmet Öztekin:
 Şimdi Hells AngelsHarley Davidson için çok önemli bir gruptur tüm dünyada…
Kaan Çaydamlı: Tasarımları onlar yarattı… Orta ayağı…
Ulvi: Evet o uzatma ayağı?
Mehmet Öztekin:
 Şimdi Cehennem Meleği basılacak, Altıkırkbeş almış haklarını… Harley Davidson Türkiye ile bağlantıya geçti heyecanla…  İşte hani “böyle bir şey yapacağız” diye…
Kaan Çaydamlı: Saçma sapan bir tavır aldılar… “Bunlara bulaşmak istemiyoruz” falan dediler… Tuzları kuru tipler tabii… Harley’i alıp, 5 bin kilometre yol yapıp…
Ulvi: Harley’i Bodrum’a kamyonetle gönderip (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı:
 İspanya’ya gönderip… (Kahkahalar) Uçakla İspanya’ya gidip takılan heriflerdi… Ama bu böyle bir kültür değil ki? Türkiye’de böyle oldu… O yüzden Harley’e binmekten nefret ettik burada…  Bir tek Amerika’ya gittiğimde bindim Harley’e… E tabii iyi makine! (Kahkahalar)
Ulvi: Amerika’da iyi makine! Motor konusuna ayrıca gireceğiz tabii…
Mehmet Öztekin:
 İşte şimdi bu Blöfçünün Rehberi durumuna giriyor… Yani blöfçüsün! “Motorcuyum” diyorsun ama motorcu falan değilsin aslında… Bunu giyinebiliyorsan giyin, giyinemiyorsan da giyinme… Kasma yani onu giyineceğim diye…
Kaan Çaydamlı: Yani öyle kreasyonlar yapıp, fularlar bilmem neler falan filan yapıp, Bebek’te aşağı yukarı… Ya tabii bunları söylemem çok çirkin kaçıyor…
Ulvi: Yoo? Hiç de çirkin değil, gayet doğru şeyler…
Kaan Çaydamlı:
 Kötü hissediyorum bunları söylerken… Aslında 5bin dolar verdiler “HOG’dan çıkın” diye… Harley’i aldığında doğal üyesi oluyorsun ya Harley Owners Group’un… Bunlara para verdiler yani…
Mehmet Öztekin: Hatırlıyorum onu!
Kaan Çaydamlı: Amerika herhalde bu imajdan biraz rahatsız oldu ki bir şeyler değişiyor… Yoksa daha mı rahat alınabiliyor bilmiyorum ama bu da komedi mesela… Hells Angels yani Cehennem Meleği dediğimiz şey outlander, kanun dışıdır… Yani silah kaçakçılığı yapar, drug dealer’dır, kavga eder, ne bileyim kadın satar…  Çünkü benzini almak için bir şey yapması lazım… Yolda olmasını engellemeyecek bir iş yapması lazım… Organize suç çetesidir bunlar aslında… Ama şimdi burada bu bir tür kulübe dönüştü…
Ulvi: Zenginler kulübü!

Kaan Çaydamlı: Yani işte bara gidelim hep beraber, yeleklerimiz olsun, içki içelim, karı indirelim… E o zaman “şu malı satalım dağıtalım” dediğinde “nasıl yani?”! (Kahkahalar) MC’ysen her yola geleceksin! Başkan aradığında gidip adam öldüreceksin… Gruptan attıysan, kolunda dövmeni taşıyorsa hala, herifi yakalayıp o deriyi oradan kazıyacaksın… Yani şimdi kalkıp bunlar doğru şeylerdir demiyorum… Bu hikâye şudur: Vietnam! İkinci dünya savaşından sonra işsiz güçsüz Amerikalılar ucuz diye motora bindiler. Hepsi faşist zannedilir… Halbuki savaş sonrası Almanya’dan gelen kasklar ucuzdu.  Ucuz Alman kaskı, kemeri getirdiler…  Ucuz diye satın aldılar, çünkü paraları yoktu. O yüzden Alman kasklarını taktılar yani… Keith Richards’a silah çektiler. Ginsberg’le çiftlikte takıldılar, ot içtiler, “s.ktiğimin i.neleri” falan diye konuştular.  Umurlarında değildi çünkü…
Mehmet Öztekin: “One Percenter” öyle çıkıyor ya işte? Amerikan Motosiklet Derneği’nin açıklamasıyla çıkıyor, Yani “tüm Amerikalı motorcular için yüzde birin yarattığı bir saçmalık tüm motorculara mal edilmiştir” dendiğinde bütün motorcular yüzde bir! Ben oradanım arması takmaya başlıyorlar…
Kaan Çaydamlı: Organize Suç Mahkemesi, organize suç şubeleri bunları halletmek için kuruldu…  Çok organizeler çünkü! İnanılmaz bir durum var, hiyerarşi var. Askeri düzen! Rütbe almak mesele, rütbeyi aldığında hakkını vermek mesele… Biz bunu yaşadık mesela… Burada bir MC’ ye üyeydik. O zaman MC’ydi hakikaten. Mehmet’in motoru çalındı bizim başkanı aradık, çocuklardan birini görevlendirdi. Koydu beline silahı, gitti Marmara Ereğlisi’ne ve o motor geldi!  “vereceksiniz motoru” dendi ve geldi…  Öyle değil mi?
Mehmet Öztekin: Evet iki günde geldi motor!
Ulvi: Aslında Harley’i kurtaran grup ta bu gruptur… Batıyordu Harley!
Kaan Çaydamlı:
 Evet,  şimdi artık onun da böyle bir gücü yok. O da başka bir şeye döndü…
Ulvi: Motor hayatınızın neresinde? Biraz onu konuşalım…
Kaan Çaydamlı:
 Aslında konudan kaydık biraz…  Mehmet’le bizim çok ortak hikayemiz var…  Bu provokatörün (Sinan) soruları yüzünden…
Ulvi: O sürekli siyasete bağlamaya çalışıyor (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı:
 E ama hikâye kaçtı! Ben çok ortada kaldığımı hissettim…
Ulvi: Bir şeyin kaçtığı yok. Hoş, kaçması da önemli değil zaten. Yemek konuşalım, günlük hayattan konuşalım, neden hoşlanıyorsak ondan konuşalım… Motordan konuşalım…
Kaan Çaydamlı:
 Yok, bizim Mehmet’le çok fazla ortak hikâyemiz var…  Altıkırkbeş te dahil buna… Altıkırkbeş’te birlikteyiz, bir sürü şeyde birlikteyiz… Bunları konuşacağız diye düşünmüştüm… Ben şey kaldığımı hissettim biraz…
Sinan: Altıkırkbeş’e geldi madem laf, soracağım… Altıkırkbeş’in okuyucu kitlesi seni tatmin ediyor mu?
Kaan Çaydamlı:
 Ne y.rrak bir soru bu şimdi yaa! (Kahkahalar) Ne bileyim abi? Kim ki o kitle?
Sinan: İlgilenmiyorsun yani?
Kaan Çaydamlı:
 İlgilenmiyorum tabii… Nasıl ilgileneyim ki? Bu ölçülebilir bir şey değil ki zaten? Bazı kitapları üç bin kişi alıyor, bazı kitapları dört yüz kişi alıyor…
Sinan: Sayısal olarak sormadım… Hani şu “bunu mutlaka okumalılar” dediğin kitleden söz ediyorum… Nitelik olarak seni tatmin eden bir okuyucu mu bu?
Kaan Çaydamlı:
 Aslında yayınevleri takip edilmiyor Türkiye’de… Bu da yanlış! Biz de yanlışız… Yayınevi dediğin ne bileyim bir gün Burrougsh ’u, bir gün Harper Collins’i basar, öbür gün ne bileyim Wiley basar, öbür gün bilmem kimi basar… Yani bir hizmettir o… Bir de yazar yaratırlar… Şimdi Türkiye’de iki ciddi ızdırap var: Mesela Kanun-i Sultan Süleyman çıktı, ortalık Hürrem Sultan! Bir çizgi roman pornosunu bekliyorum ben! (Kahkahalar) Yapılması lâzım! Kanuni Hürrem’i nasıl düdükledi: Grafik roman! Bu işler bir garip… NTV grafik roman kafasına girdi ama grafik romanla alakası yok, o başka bir iştir! Hamlet bastı 20.000 sattı bu s.ktiğim ülkesinde! Niye lan? Yani Sheakspeare okumaya bu kadar meraklıydık da, niye okumadınız? Her tarafta var? Tiyatrosu da oynuyor, filmi de oynuyor? Böyle bir şey var memlekette… Bir takım trendler yaratılıyor sonra onun boku çıkartılıyor. Dolayısıyla biz biraz farklıyız… Bizi yayınevi gibi algılamıyor insanlar… Yani biz bir şey yapıyoruz ve onu yaptığımız için orada ona bir bakmaları gerektiğini düşünüyorlar… Çoğunlukla bir şey de  anlamadan!

“bir gün birisi gelecek ve altıkırkbeş benim diyecek. böyle yürüyor bu hikâye. abuk subuk gelebilir ama böyle…”

Sinan: Gerek Şenol’dan, gerek bu konuşmalardan anladığım kadarıyla okuyucunuzu bir yere taşımaya çalışıyorsunuz aslında… Bir yere taşımak gibi bir derdiniz var?
Kaan Çaydamlı:
 Aslında derdimiz kendimizle… Biz bunları yayınlıyoruz çünkü biz bunları okumak istiyoruz! Yayınevinin nasıl başladığını anlatıyım sana. Fotoğrafla uğraşıyorum, bir sürü ödül aldım. Bodrumda duruyor işte ödüller! O kadar çok ki anlatamam… İşte uluslararası yarışmalardan isme davetler falan… E tabii bunlarla t.şak geçmek zorunda kaldık biz. Başka adamlar çıkarttım kendi yerime; konuşma yaptılar, ödül aldılar rektörlerden, şunlardan bunlardan… O bir kırılma noktasıydı. Gençken heyecanla başlıyorsun. Ödül alıyorsun, onurlandırılıyorsun. Sonra bir bakıyorsun, “ne lan yani? Onurlandırıl, onurlandırıl, onurlandırıl!” On beş kişi o fotoğrafa bakıyor. Gerçekliği yok yani… Fotoğrafla ilgili bir şey okumak istiyorum, yok! Mühendislik yapıyorum. Camera Lucida diye bir kitap var, bunu okumam lazım. E İngilizcem yok? Verdim parayı çevirttim, elden ele dolaşmaya başladı… Okumak istiyorum, ihtiyacım var! Sonra bir gün “ulan o zaman basalım bunu?” dedik… Bizim yayıncılığın başlama hikâyesi budur… Ve bu bugüne kadar da değişmedi. Temel güdü budur. Bunları basmıyorlar, insanlar bunları merak etmiyor! Herkes s.ktiğimin memleketinde fotoğrafçı! Ama kimse fotoğraf üzerine okumakla ilgilenmiyor! O zaman fotoğrafçı olamazsın zaten? Sinema için de geçerli aynı şey…
Mehmet Öztekin: Şiirde de öyle? Herkes şair?
Kaan Çaydamlı: Hele şiir? Şiir 150 tane satar bu ülkede! Her gün dört tane şiir dosyası gelir bize! Nasıl oluyor bu iş?
Mehmet Öztekin: Şiir satmıyor…
Kaan Çaydamlı: Şiir okumayan şairlerle doluyuz! Böyle bir durum… Bu bizim ihtiyacımız… Yani bir ilgi alanım var, okumak istiyorum! Bu herifin bir ilgi alanı var okumak istiyor… Şenol keza öyle… O zaman bunları kendimiz okumak için basıyoruz. Temel çıkış noktası bu…

Sinan: Okuyucu zorluyor mu seni bir noktada?
Kaan Çaydamlı: Okuyucu takip ediyor… Radyo programındaki durumla aynı… Tamam, bir sürü adam aralarından çıkıp, sıyrılıp geliyor… Kerem çıkıyor mesela, Bursa Fuarında duruyor… Niye duruyor bilmiyorum?
Mehmet Öztekin: Biri barındırıyor mesela Bursa’da…
Kaan Çaydamlı: İnternette duyuruyoruz mesela… “Dayanışma: Altıkırkbeş’ten birisi gelecek, kalacak yer var mı?” diye. Yarım saat sürmüyor, “bizde kalsın” diye yanıt geliyor. Bir anarşist grup varmış mesela, onların evinde kalıyor şimdi herif. Orada fuarda duruyor… Ne satıyor, kaç para var cebinde bilmiyoruz. Getirip veriyor herif parayı… Şu kadar harcadım, bu kadar sattım deyip gidiyor… Şunu yap diyoruz, yapıyor herif… Mesela  bir başkası; Özgür Kurtoğlu, CV atmış geçen gün. Acayip bir CV’si var herifin. Yirmi küsur yaşlarında bir çocuk, IT danışmanlığı yapıyor şirketlere…  “Abi CV’m bu, ne yapabilirim ben?” diye CV atıyor… Bırakın da şimdi bu adam bir şey yapsın! Yapmak istiyor çünkü… Şenol’un çıkışı da öyledir. Sizin röportajda dediği şey doğrudur yani… Bir gün birisi gelecek, ben Altıkırkbeş’im diyecek ve devam edecek… Hikâye böyle yürüyor. Çok tuhaf gelebilir, abuk subuk gelebilir ama mekanizma böyle yürüyor hakikaten.
Sinan: Yo, yo! Aksine bunlarla anlam kazanıyor hikâyeniz…
Ulvi: Ben kendimden biliyorum. Mesela ben bilimkurgudan nefret ediyorum ama Altıkırkbeş’in bütün bilim kurguları bende var… Para verip aldım! Niye? Çünkü alınması lazım… Çünkü bunun dönmesi lazım… Birilerine de aldırdım, aldırıyorum…

Sinan: Peki seni aşabilecek bir okuyucu tahayyülün oldu mu Kaan?
Kaan Çaydamlı:
 Şöyle şeyler var… Oxford’dan bir profesör geliyor tanışmak için… Geliyor adam…  Amelie’nin sanat yönetmeni geldi, bizde üç gün kaldı. Niye bizde kalıyor lan bu adam? Bir de niye kendi evindeymiş gibi kalıyor yani? O kadar rahat ki? Şimdi bu adamla çalıştılar mesela… Hani bana sordun ya, “nasıl oluyor” diye… Bu herifle ne konuştular bilmiyorum… Herif o kadar rahat hissetti kendisini, geldi üç gün kaldı… Michael diye bir herif aradı beni, “karımla geliyorum” dedi… Amelie’nin görüntü yönetmeniymiş…Acayip bir sanat yönetmeniymiş… Herif güzel bir iş yapmış, biz hayranız herifin yaptığı işe…
Mehmet Öztekin: E tabii şöyle şeyler de etkiliyor insanları… Adam gelmiş yurtdışından, ne yapılır? İşte Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı gezdirilir… Ben adamı aldım Moda’ya çay bahçesine götürdüm… Salı pazarına götürdüm… Delirdi adam! Hiç unutmuyorum, Moda’da soğuk bir gündü, kapalı bölümde oturduk. İnanılmaz bir kitle var,  tam bildiğiniz Moda’lı o yaşlı tayfa… Gelmişler, oturmuşlar kağıt oynuyorlar, çay içiyorlar falan… Denize bakıyoruz, böyle çok güzel bir manzara var… Hava karanlık ve yağmurlu…  Adam dedi ki, “ya çok güzel manzara var ama müsaade edersen şu tarafa doğru oturacağım” deyip, insanlara dönüp oturdu… Çünkü o gözle baktığında, gerçekten çok acayip bir manzara var orada… Şemsiyeli, şapkalı, yaşlı başlı adamlar oturmuşlar, briç oynayıp sohbet ediyorlar…
Kaan Çaydamlı: Pipolarını içiyorlar…
Mehmet Öztekin: Korkunç bir görüntü! Salı pazarını gezdirdim adama… Adam salı pazarının ortasında bana, hiç abartmadan söylüyorum “s.keyim Topkapı Sarayını!” dedi… Öyle bir görüntü var ki orada hakikaten, o gözle bakmaya başlıyorsun… Onlarla gezerken çok daha iyi fark ediyorsun ki gerçekten acayip bir şey bu bizim salı pazarı!
Sinan: Hay sizin Salı Pazarınıza!  Benim sorumu kaynatmayın! Kaan, okuyucunun seni aşabileceği bir noktayı tahayyül ediyor musun?
Kaan Çaydamlı:
 E işte oraya geliyoruz yahu! Tabii ki! Zaten aşkın bir durum var ortada… Biz zaten öğrenmek için bunların peşindeyiz. Hazır bunun peşindeyken de bunları basalım diyoruz… Poetix’de bir sürü adam yurtdışından alıyor, takip ediyor bizi…  İspanyol bir profesör gelip, “siz bunları gerçekten bastınız mı?” diyor. İnanamıyor herif! “Ofisinize gelmek istiyorum” diyor. Oxford’dan gelen herif mesela… Böyle böyle kitapları var… Bu herif beni bin defa aşmış zaten! Anlatabiliyor muyum?
Mehmet Öztekin: Şu da var… Biz “Şafak Güncesi” diye bir iş yapmaya kalktık…
Kaan Çaydamlı: Bu hikâyeyi anlat bence?
Sinan: Şimdi şunu anlıyorum o zaman… Yani sen zaten Türkiye sınırlarında şey yapmadığını, çok geniş, çok “dünyalı” bir kitleye ulaşabildiğini söylüyorsun?
Kaan Çaydamlı:
 Artık bunlar bizi buluyor… İnternet!
Mehmet Öztekin: O alt yapı oluşmuş durumda…
Kaan Çaydamlı: 15 sene önce böyle değildi. Şimdi internete bir şey yaz, Altıkırkbeş çıkıyor!
Mehmet Öztekin: Şafak Güncesi diye bir proje yapmaya soyunduk…
Kaan Çaydamlı: İnanılmaz bir hikayedir!
Mehmet Öztekin: 7-8 yıl önceydi değil mi? Olmuştur o kadar?
Kaan Çaydamlı: Ankara’da içiyoruz, bir geyiğin ortasında bir laftan başladı her şey… Mehmet’te birden ampuller yandı ve bir projeye dönüştürdü onu… Acayip bir hikâye mesela!
Mehmet Öztekin: On tane yazarla özel hayatları üzerine bir belgesel… Biz bu on yazarı belirledik ama şimdi bunun bir maliyeti var… Çekim maliyeti var…   Ama öyle isimler var ki, asıl zor olan bu isimleri bu projeye ikna etmek! Fakat biz bunu inanamayacağın bir kolaylıkla hallettik! Geriye sadece bütçeyi bulmak kaldı ve biz o zaman acı bir gerçekle yüzleştik: o bütçeyi bulmak söz konusu bile değil!  Bu arada basit bir bütçeden bahsediyoruz ha!
Kaan Çaydamlı: Yazarları saysana?
Mehmet Öztekin: Mesela Michel Tournier…  David Grossman… Enrique Vila-Matas!
Ulvi: Biri öldü, kaçırdık demiştin o dönemde?
Mehmet Öztekin:
 Jurgen Habermas, Peter Ackroyd! Pardon yani!
Sinan: S.ktir! Bunların özel hayatlarını çekeceksin?
Mehmet Öztekin:
 Evlerinde beşer gün konuk olmak üzere yapıyoruz… Ion Derillo! Yıllardır New York dışında münzevi bir hayat sürüyor.  Kimseyle görüşmüyor, kimseye röportaj vermiyor… Kabul etti! Daha da acayibi, Fredric Jameson, kendisi talep gönderdi… Yoktu bizim listemizde ama “ben bu listede olmak istiyorum” diye talep yolladı.  Vüs’at O. Benervardı tek yerli isim… “Hastanede bir kontrolüm var, onu yapıp çıkayım, öyle yapalım” demişti… Girdi, çıkamadı…

Sinan: Bu kadar insanın böyle bir şeyi kabul etmesinin arkasında saik, sizin bugüne kadar yaptığınız işler elbette… Müthiş!

Mehmet Öztekin: Evet öyle olmalı diye düşünüyorum… Biz bunu hiç sorgulamadık ama… Michel Tournier hiç tereddüt etmedi. İlk ona gidecektik. Ama mesela Tournier’in “Veda Yemeği”ni nasıl yazdığıyla değil de, neden Paris’e 85 kilometre uzakta oturup, niye Paris’e gitmediğiyle ilgileniyorduk daha çok…
Kaan Çaydamlı: Onların Kadıköylerini görmek istiyorduk anladın mı? Hikâye budur!
Mehmet Öztekin: Evet! Nerde yazıyor, karısı kim, hangi kafede oturup kahvesini içiyor? Bunları anlatmak istiyorduk. Kabul ettiler. Evlerinin içinde olacağız ki dediği gibi en çarpıcı örnek Dondevilyo’ydu… Adam kimseyi kabul etmiyor çünkü… Kimseyi! Hiç bir röportajı, hiç bir görüşmeyi! Yayıncısı dışında hiç kimse nerede yaşadığını bilmiyor, bırak görüşmeyi…

Sinan: Ne yaptın peki sen? Elinde böyle bir proje var?
Mehmet Öztekin:
 Evet elimizde böyle bir proje var ve bunu çok da güzel dosyaladık…  Ambalajını da bir güzel hazırladık… Acayip dosyalar yaptık… Çok küçük bütçeler istiyoruz. Mesela çekim ekibi beş kişi… Gidip ben kullanacağım kamerayı, o konuşacak, öteki sesleri alacak falan… Böyle bir durumda bile yok işte abi…  Bırak bütçeyi, bütçenin yarısını bulmak bile imkânsız! Yarısını ben veriyorum cebimden desen, kalan yarısını bulmak mesele…
Kaan Çaydamlı: Bir tek Enis Batur! İki yazarı vardı Yapı Kredi’nin: Peter Ackroyd ve Vusat O. Bener vardı…
Mehmet Öztekin: Enis Batur “bunları ben karşılarım” dedi…
Kaan Çaydamlı: “Bunları ben karşılarım, gerisini siz bulun” dedi. Ali Saydam’a gittiğimizi hatırlıyorum…
Mehmet Öztekin: Ali Saydam ile çok ağır bir görüşme yaptık. “Bu hayatımda gördüğüm en acayip projelerden biri… Benim 25 müşterim var, hiç birini sokmam bu projeye” dedi… “Çünkü bu projeyle öyle bir iş yapmaya kalkıyorsunuz ki, benim herhangi bir markayı bunun arkasına konumlamam milyon dolar harcamayı gerektirir” dedi… Adama hak verdim… Tabii o taraftan bakınca işin reklamcılık, marka konumlama ıvır zıvır boyutları var… Ama bir yandan da alınmış sözler var… Faksları gösteriyoruz, elimizde belgeler var…  Tournier’in evine beş gün girebilme iznim var… Bugün yok artık böyle bir şansımız… Bitti zaten, adam konuşamıyor şu an… Hastalık yüzünden cümle bile kuramıyor, ne dediğini hatırlamıyor falan… Biz bunu o gün yapabilseydik, Tournier ile ilgili son şeyler elimizde olacaktı… Habermas’la ilgili son meseleler elimizde olacaktı…
Sinan: Allah aşkına neydi bu projenin maliyeti?
Mehmet Öztekin:
 250 bin Dolar’dı… 10 yazar için 250 bin! Yazar başına 25 bin Dolar para istedik biz…
Kaan Çaydamlı: Ama dikkatini çekerim, bir tanesi de San Diego’daydı… Değil mi? Arjantin’e gidiyorduk?
Mehmet Öztekin: Tabii, çok büyük bir şeydi!
Sinan: Şirketlerin nerelere, hangi abuk subuk projelere ne paralar harcadıklarını düşününce…
Ulvi: Projelerde sonuçta hep müşterinin vizyonuyla sınırlısın… Adama projeyi götüreceksin orada on isim varsa, onunu da tanımıyor mesela

Mehmet Öztekin: Evet onu da söyledi!
Kaan Çaydamlı: Ama tanıması da gerekmiyor ki? Sonuçta markaya faydası yok, o gözle bakıyor adam… Bulabildiğimiz tek fon Almanya’dan çıktı. Türkiye’de değil de başka bir ülkede yaşıyor olsaydık, daha farklı bir durum olacaktı belki de…
Ulvi: Belki de Avrupa Birliği fonlarını takip etmek gerekiyordu?
Mehmet Öztekin:
 Ya biz o konularda çok da başarılı değiliz… Mesela Euroimage’a bir mektup yazdım. Faks çektim. Euroimage temsilcisi Faruk Ünaltay bana saçma sapan bir cevap verdi, “bu olmaz” falan filan diye… Başka matematikler vardı orada. Sonradan sektörün içine biraz daha girince anlıyorum bunu… Ama 250 bin dolar diyorum sana… Bu para sadece Peter Ackyord için harcanır, bilen bir adam için yahu…
Kaan Çaydamlı: Hayır, hayır! 250 bile değil. 150 bin Dolar! 100 bin Dolar’ını Enis Batur sağlamıştı zaten…
Sinan: Evet, bir de o var… Enis Batur’un bir kısmını karşılamayı kabul ettiğini söylemiştin az önce, doğru…
Kaan Çaydamlı:
 4.000 Euro’da Almanya’dan bir fondan gelmişti…
Mehmet Öztekin: 4.000 Euro geldi evet… Küçük bir fondu o… Köln’de kendi halinde, bizim kişisel bağlantılarımızla bulduğumuz bir kaynaktı…  Kısa filmleri destekliyorlar… “Biz 45 dakikalık bir bölümü destekleyebiliriz” dediler. Başka paraları yok adamların… Sonuçta Şafak Güncesi gibi bir projenin gerçekleştirilememiş olmasına çok üzülüyorum…
Kaan Çaydamlı: Toyluğumuz da var burada…  Toyduk da o zamanlar… Daha çok başındaydık, hiç bilmiyorduk…  Böyle bir kültürümüz de yok bizim… Şimdi bu ülkede  Fransız Kültür Merkezi “Fransız yazarları destekleteceğim” dedi. Sadece Fransız yazar basan bilmem kaç tane yayınevi çıktı…  Evler, arabalar, yatlar almışlardır herhalde…  Fransız fahişelerle yatmışlardır (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin: Bu çok üzdü beni yani…
Ulvi: Üzülme, ben yıllardır bu sektördeyim, şimdi “bu on ismi tanıyan kaç firma yöneticisi sahibi vardır?” diye düşünüyorum, bulamıyorum…
Kaan Çaydamlı:
 Bu şimdi kötü yöneticilik değil mi? şimdi sana on tane adam geliyor, liste var, her bir şey var yani burada… Danışmanların da mı yok senin?
Ulvi: Yok abi, yok!
Mehmet Öztekin:
 Enrico Flamatas mesela… James Joyce ile kıyaslanan bir yazar. O zaman çok sinirim bozulmuştu yani…  Şöyle bir olay yaşadım, bu konuyla da bağlantılı. Adolfo Dominguez parfüm reklamı çekiliyor… Her şey İspanyol…  Müşteri İspanya’dan geliyor, ajans İspanyol TBWA falan… Bir ajans başkanı var, hiç kimseyle muhatap olmuyor.  Pamukkale’de travertenlerde reklam filmi çekiyoruz. 2-3 gün çekeceğiz…  Akşam oturuyoruz böyle, sohbet ediyoruz… Herkes kendi halinde… Ajans başkanı kimseye merhaba bile demiyor. Uzun bir masada oturuyoruz.  Ben yanımdakiyle sohbet ediyorum, o yönetmenle sohbet ediyor İspanyolca… Enrique Vila-Matas’ın geçtiğini duydum. Döndüm, “siz Enrique Vila-Matas mı dediniz?” dedim adama…  “Evet? Biliyor musunuz Vila-Matas’ı?” dedi. “Elbette biliyorum” deyince o kimseye merhaba demeyen adam beni yanından ayırmamaya başladı… Her gün beraber kahvaltı ediyoruz…  O kadar ki adam artık bunaltıcı bir seviyeye geldi… Adamcağızın derdi de,  “Türkiye’de bir insan nasıl olur da Vila-Matas’ın farkında olur, nasıl olur da Vila-Matas’ı bu kadar iyi bilir” meselesi…  Projeyi ona da anlattım mesela, çok ilgilendi…
Ulvi: Onun da kaç tane müşterisi çıkar ki?
Mehmet Öztekin:
 Bence onun tek başına hiç kimseyi arkasına almadan bu tür projeleri yapabilme gücü var… “Ya müthiş proje! Yapmalısın bence bunu” dedi ve sustuk (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı: E orada işleyiş böyle, başvuruyorsun Cervantes’e alıyorsun ve bitiyor tabii…
Sinan: Neyse artık bu projeyi gerçekleştiremediğin için bu kadar üzülme. Sonuçta  Altıkırkbeşte de çok istediğin, ama telifini ödeyemediğin için kazandıramadığın şeyler vardır…
Mehmet Öztekin:
 Çok geliyor başımıza…

“artık bir doktorun 5 yıl ömrün kaldı demesini bekliyorum. böyle bir şey olursa hemen fırlayıp ikinci kez route 66 yapacağım”

Sinan: Ticari kaygılar önceliğiniz değil Altıkırkbeş’te. Ama bir yandan da yapmak istediğiniz güzel işler var. Mesela  Kaybedenler Kulübü’nün ticari bir iş olmaktan öte bir anlamı var. Bu bir açmaz aynı zamanda… Sonuçta hayatın gerçeği, para önemli… Yapmayı planladığınız tüm işler için bir biçimde para da gerekli… Bununla nasıl baş ediyorsunuz merak ediyorum… Mehmet, Kaybedenler Kulübü’nün başarı kriteri nedir mesela senin için? Filmlerde genellikle başarı kriteri gişedir ya?
Mehmet Öztekin: Kaybedenler Kulübü’nü yazmaya 2000 senesinde başladım, tam on bir sene önce yani… Şimdi bu kadar yılda olgunlaşmış bir projeye  benim bir değer biçmem, bir gişe, bir rakam biçmem söz konusu olduğunda yolda kalırız… Siz gelmeden az önce Kaan’la konuşurken şunu söyledim:  “15 gün sonra, film vizyona girdiği anda rahatlayacağım”  dedim… Yani 25-30 gün sonra, bilmem kaç bin gişe yaptıktan sonra değil, 15 gün sonra film vizyona girdiğinde, o makinelerde dönmeye başladığında rahatlayacağım… 11 senedir sırtımda taşıdığım bir yükü atmış olacağım… Şimdi buna değer biçebilir misiniz? 3 milyon mu? 4 milyon mu? Ne değer biçilebilir ki bu emeğe?
Sinan: Filmin çok iyi gişe yapması da netameli bir konu tabii…
Mehmet Öztekin: Kesinlikle! Ben bunu söyledim… Film 1.5 milyon  gişe yapsa rahatsız olurum!
Sinan: Bir sakatlık var o zaman burada?

Mehmet Öztekin: O işte James Joyce hikâyesine döner… Joyce takıntılı olduğum için özellikle oraya dönüyorum.  Algılamayı bu kadar zorlayan bir adamın anında tükenen 7 baskı yapmış olması kadar saçma sapan bir şey olamaz… Kaybedenler Kulübü’nün de mesela 1,5 milyon gişe yapması durumunda ilk düşüneceğim şey “bu kadar mı popüler, bu kadar mı her kulağa her göze hitap eden bir şey yaptık yapmışız?” olur…
Sinan: Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz. İyi proje için paraya ihtiyaç var… Sıkıştıran bir şey olmalı bu… Bir yandan elinde bir “okunacaklar listesi” var. Bu sene Altıkırkbeş bunları basacak, çünkü bu sene bunları okumak istiyorsun…
Mehmet Öztekin:
 Şimdi ben biraz farklı bir yerde duruyorum.  Ben dizi çekiyorum. Dizi çekerek hayatımı bir şekilde idame ettiriyorum. Eğer dizi çekmeseydim bu tür sevdiğim şeyleri yapamazdım. İşte Kaybedenler Kulübü’nden sadece “adı konsun, bir rakam olsun” denecek bir ücret aldım. Onun da neredeyse tamamını dağıttım zaten… Dizi çekerek hayatta kalabildiğim sürece bu tür projeleri yapabileceğim.
Sinan: Bu Altıkırkbeş için de mi geçerli?
Mehmet Öztekin:
 Geçerli tabii!  Hiç unutmuyorum, Kaan’ın söylediği bir laf vardır: “Zincirlikuyu’daki Tatlıcı Kulelerinin biri Eskişehir diğeri Antalya Kelepir dükkânıdır” demişti. O iki kuleyi her gördüğümde hatırlarım bunu… İşte Kaan da mühendislik yaparak omuz verdi projelere. O kuleleri yaptı, Kelepir’leri açtı ve bunlar da şahane biçimde battı! Bu şekilde oluyor bu iş… Başka türlü de olamaz zaten. Her birimiz başka alanlarda para kazanacağız ve birlikte şahane işler yapacağız. Aksini söylemeye ve yapmaya kalkarsak bugüne kadar konuştuğumuz her şeyi yalanlamak olur bu… Altıkırkbeş para kazanılacak yer değil bizim için!
Kaan Çaydamlı: Biz para kazanmıyoruz!
Sinan:  Kazanmanızın imkânı yok zaten bu şekilde… Hani biraz da “ya bu kitap iş yapar, biraz da bu tür kitaplar çıkartayım” falan deseydiniz anlardım… Ama lafa bak şimdi: “ben bunu okumak istiyorum, bunu merak ediyorum bu kitaplar çıkacak!” Siz bu kafayla ohoo! (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin:
 “Halk bunu istiyor!” En gıcık olduğum geyiktir bu…  Çünkü sen eğitirsin, sen zaten bu misyonu yükleniyorsun…
Sinan:  O ideal tabii…
Mehmet Öztekin:
  Evet, şöyle örnek vereyim… Sonuçta işte geziyoruz, bakıyoruz, sadece Türk toplumunu tanımıyoruz ki?  Clockwork Orange‘ın İngiltere’de 63 hafta vizyonda kalması da tuhaf geliyor bana… İngilizler de böyle bir filmi  63 hafta vizyonda tutacak bir halk değil yani?  Biraz da dozu nasıl ayarladığınla ilgili bir şey bu…  Stanley Kubrick‘in bir lafı var, “prodüktörler de insandır kardeşim” diyor… Yani beslenmeyen, yemeden içmeden hayatta kalabilen organizmalar değil bu insanlar da…  Bu adamın da kirasını ödemesi lazım… Sinemaya tamamen bir sektör, bir iş olarak bakıyor bu adamlar da… Dolayısıyla “sen de filmini o kafayla yapmak zorundasın” demeye getiriyor… Açık konuşmak gerekirse ben de bu tarz işlere inanıyorum… Okunabilen, bakılabilen işler ve o işlerin arkasında duran insanların hayatta kalabilmelerine… Dikkatini çekerim, süper konforla yaşamalarından söz etmiyorum, hayatta kalabilmeleri diyorum… Altıkırkbeş’i bu kadar zaman ayakta tutabildik, artık kendi başına ayakta durabilecek hale gelecek kadar büyütebildik…
Kaan Çaydamlı:  Yok, artık şöyle bir durum var…  Geçen gün çok sarhoş olduk Nejat, Şenol, Mete, ben falan…  Şöyle bir cümle çıktı “Philip K.Dick satıp, çocuk bezi alıyorum lan ben” dedim.  Artık bu noktaya geldik yani…  İronik biraz değil mi? (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin:  En son kitap fuarında Laika yayınlarıyla beraber sergilendi kitaplarımız, hiç unutmuyorum. Mehmet Gözüpek bizi çok eleştirirdi kitapların fiyatlarından dolayı, “yüksek fiyatlı” diye…  “Altıkırkbeş’in ne olduğunu orada anladım ben;  alabilen,  fiyatının ne olduğunu sorgulamadan alıyor” demişti.  Kaan’la çok tartıştık.  Mesela komik bir hikâyedir:  Eskişehir’de arıza çıkarttım,  Philip K. Dick’in bir kitabını yanlış etiketlemişsiniz” diye.  O dönüp dolaşıp İstanbul’a Kaan’ın kulağına kadar geldi. Aslında doğru etiketlenmiş.  Benim kitabın fiyatından haberim yok.  Kaan açıkladı sonra… Kalem kalem maliyetleri döktü, bir baktık hakikaten alt limitteki fiyatı koymuş etikete…  Maalesef böyle bir durum var, maliyet belli. 20 Liralık bir kitaba 5 Liralık etiket koyamıyorsun. Finanse edemezsin çünkü bunu… Ama 20 Liralık maliyeti olan kitabı da 30 Lira’ya satmıyoruz.
Kaan Çaydamlı: Poetix’in hikâyesi de öyledir… 1,5 Lira zarar ettik sattığımızda. İlk sayıydı, takır takır sattı! Üzülelim mi, sevinelim mi karışık bir durumdu…
Ulvi: Şimdi nasıl satışları?
Kaan Çaydamlı:
 Acayip bir grafikle 1.000 adete geldi! 600 adette kendini kurtarıyor zaten. İşte 400 tane de bize kalıyor…
Ulvi: İlk çıktığında ruh hastası gibi tırmalıyorum,  Kadıköy’de kitapçılarla kavga ediyorum, yoksa da getirsinler diye…  Cuma akşamı Mephisto’ dan aldım,  Cumartesi günü de bu Bahama serisini sormaya gittim… Bir çocuk geldi, uzun saçlı falan, “Poetix yok mu?” dedi, kalmadı dediler…  Çok hoşuma gitti “kalmadı” lafını duymak. 10 kişi bile almış olsa, 10 kişinin evinde Poetix’in olduğunu bilmek güzel.
Mehmet Öztekin:
  200 kişi olsa öyle hissetmezsin ama…
Ulvi: Hissetmezsin tabii…
Kaan Çaydamlı:
 10 tane o gün bitmiş, beş tane sipariş geçtiler…  2. gün yok sattılar. Gittiği gibi oda bitmiş.
Ulvi: Çok güzel bir şey. Sayısı önemli değil, benim gibi insanlar var Kadıköy’de…
Kaan Çaydamlı:
 Nezih satmıyor artık, yasakladı! Uygun bulmadı. Müşterisini rahatsız edermiş…

Sinan: Yaşlanmakta olduğunuz düşünüyor musunuz peki?
Kaan Çaydamlı: Ben yaşlandım!
Sinan: Şundan dolayı soruyorum. Kendi statükonuzu oluşturmaya başladığınız tehlikesini düşünüyor musunuz?
Kaan Çaydamlı: Ya ben bunu çok düşünüyorum! Doktordan haber bekliyorum, öyle söyleyeyim… “5 yılın var” falan desin bir doktor bana…  Ters bir durum var.  Şimdi ben evlendim, çocuğum var yedi aylık. Bir taraftan 50 yaşındayım ama hala 20’lerdeymişim yaşıyorum. Gerçi babama bakıyorum, o da öyle yaşıyor… (Kahkahalar) Dolayısıyla problem yok gibi (Kahkahalar) 50 yaşındayım ve Kadıköy’de parti var mesela, gidiyoruz, işte 10 küsur sene önceki radyo partileri gibi… Görüyorum; Şenol’un, Mehmet’in gençlik enerjileri var… Benden çok daha gençler…

Mehmet Öztekin: Ama bak şu da var. Etrafımdakilere baktığımda, hayatı algılamakla, anı yaşamakla ilgili insanların çok kısır olduğunu da görüyorum. Özellikle de bulunduğum çevrenin farklılığını, benim hala gözlemekte olduğumu düşünürsen… Geçen gün konuştuk, birlikte Ölüdeniz’e doğru motorları sürüşümüz vardır mesela… Fethiye’ye doğru giderken gökyüzü acayip bir karanlık, simsiyah bulutlar vardı. Günün tam ortası ve hava elektrik yüklüydü…
Kaan Çaydamlı: (Gülerek) Felakete sürüyorduk!
Mehmet Öztekin: Şimşekler çakıyor ve oraya doğru sürüyoruz motorları…  Rotamız fırtına… Çok az insanın yaşayabileceği bir şey bu bence… Bir baktık 4 bin küsur kilometre yol yapmışız. O yol üzerinde Bafa Gölü’ne doğru giderken, yemek yediğimiz yerde “bir ömür böyle geçebilir” demiştim… Müthiş bir keyifti… 90 yaşına kadar yaşayabilirsin, önemli olan neyi ne kadar yaşadığındır… Bunun dışındaki her şeyin anlamı kayboluyor orada… Çok güzel, çok ağır bir şeydi o… Ölüdeniz’de, o karavan parkında garip bir akşamdı…
Kaan Çaydamlı: Kimse yok! Kış!
Mehmet Öztekin: Sağanak yağmur altında yemek yedik. Sadece ikimiz… Başka kimse yoktu…
Kaan Çaydamlı: Koca Ölüdeniz bomboştu…  Müthiş! Anlatamam!
Mehmet Öztekin: Ben o küçük iskelede durup, motorları bırakıp; kaskı maskı, üstümüzdeki kıyafetleri çıkarıp şortla çıktım iskeleye doğru… Suya baktım, hiç unutmuyorum çok küçük bir motor vardı… Deniz motoru, bir kayığa bağlı… Herifin teki geziyordu oralarda. Tır tır tır!  Acayip bir rüzgâr vardı. Bununla ilgili çok uzun bir hikâye yazabilirim.  Bence büyük bir zenginlik bu! Ya, motora binmek kalkıp Nişantaşı’na gitmek değil. Benim bir motorum var ve kimse görmüyor onu burada. Kalkıp hiç kimsenin olmadığı bir yerde durup denize bakıyorsun. Oturup balık yiyip rakı içiyorsun. O  kitapları basmaktaki şey de bunun gibi bir şeydir işte…
Kaan Çaydamlı: Çok yüksek bir şeydi bende de…  Çok yüksek bir görsellik! Buna benzer bir şey daha var.  Bir sabah çok daraldım, çıktım yola. Akşam üstü Olimpos’a indim. Bir Alman karı bekliyor yolda,  “bırakayım” dedim. Yolda konuşuyoruz, “nereden geliyorsun?” dedi, “İstanbul’dan” dedim.  “Ne kadar mesafe ki İstanbul?” dedi, işte söyledim, şu kadar yüz kilometre diye… “Ne kadar kalacaksın?” dedi, “sabah döneceğim” dedim.  “Niye geldin?” dedi, “levrek yemeye geldim” dedim…  Hakikaten, onun için gittim…  Levrek yedim döndüm! Bu bir şey işte… Anladın mı?  Route 66 yaptım mesela…  Hayaldi! Bir kere daha yapmak istiyorum şimdi…  O yüzden, doktor “5 yılın kaldı” derse fırlar giderim hemen… (Kahkahalar)
Ulvi: Bu “Kişisel Toplantı Notları” (KTN) nasıl çıktı? Tanıdığım birkaç kişi var, almış işte Altıkırkbeş kitabı, rafında duruyor, okumamış. Ama KTN’leri okumuş. Biliyor…
Mehmet Öztekin:
 Bak bir şey söyleyeyim, önemli bir anektoddur benim için… Bodrum’da yaşarken İlhan Berk ile iyi tanışırdım. Uzun sohbetlerimiz oldu. Kelepir’e gelir, Altıkırkbeş’in kitapların toplar gider, bir süre kaybolurdu ortadan. Sonra yine gelir, toplar kitapları kaybolurdu yine… Kaan’ı da tanıyor, bir gün çıktı geldi. Dükkânda oturduk, çayını söyledik, laflıyoruz. 21 yaşındayım o zaman. Birkaç Altıkırkbeş kitabı alıp koydu kasanın yanına. “Bazılarında KTN yok bunların” dedi. “Evet, yok” dedim. “Niye?” dedi… “Yok işte, yazmamış adam, yetişememiştir” dedim.  Ben kitapların matbaada her şeyiyle hazır biçimde KTN beklediğini bilirim… KTN’ler gelince basılırdı. Bazen de yetişmezdi işte KTN’ler… İlhan Berk benden KTN’nin hesabını soruyor işte… “Neden yok bu kitaplarda KTN?”… En sonunda “abi gelecek herif 1-2 haftaya kadar, sorarsın ona” dedim…  Ne diyeyim? Herif yazmamışsa kitabın KTN’sini git onunla kavga et değil mi?
Kaan Çaydamlı: Ya tabii biraz piçlik var KTM’lerin çıkışında…  Kitap çok kutsal bir şey ya bazıları için…  Çok değerli! Dokunulmaz! Sorarsan genelde herkes için öyle… Kur’an sanki! Sırf bununla dalga geçmek için başladım önce…  Okuyucuyla iletişim kuran küçük notlar…  Başlangıçta buna çok tepki gösterdiler. “Bilmem kimin kitabına ne hakla?” diye…  Ne halkası var mı lan? Yayıncıyım!  Ben basıyorum kitabı! Ana motivasyon buydu… Sinan soruyor ya hani, “neden yaptın?” diye… Düşünmedim, düşünmeden yaptım… Ama hakikaten enteresan bir tür oluştu galiba…
Ulvi: Ne zaman fark ettin bunun “bir şey” olduğunu? Ki ben rahatlıkla “kült” diyebilirim buna…
Kaan Çaydamlı:
 Valla fuarlarda falan insanların gelip sormalarından, işte bir kaç güzel hatunun düşmesinden falan anladım… (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin:  Ben kendi adıma yeni çıkan her kitaba bakıyorum KTN var mı diye…
Kaan Çaydamlı: Bir kaç kitaba özellikle yazmadım. Saygımdan! Yazara yapamadım yani…  Ama onun dışında hemen hepsine koyduk bir dönem… Bunların da Altıkırkbeş’in marka olmasında katkısı olduğunu düşünüyorum. Şenol’un da tespiti enteresandır benim için… Başka bir edebiyat türü oluştuğunu düşünüyor Şenol. Underground bir şey… Çünkü sızıyorsun herifin kitabına…
Mehmet Öztekin: Altıkırkbeş’in hiç bir yerde reklamının yapılmadığı bir dönemde Cumhuriyet Kitap benden bir yazı istedi. Bir kitap tanıtımı…  Sene 98…  Yazacağım dedim ama çok kastım… Yazının çıkması uzun zaman aldı. Neyse yazdım gönderdim ve bastılar hemen…  Şaşırdım! O kadar çabuk yayınlamalarını beklemiyordum. 98’de işte, 13 yıl olmuş… Bir James Joyce kitabı… Kaan ertesi gün aradı ve “tebrik ederim, depoda bir tane kalmadı o tanıtım yazından sonra” dedi… (Kahkahalar). Yani ticari kafa yok ki, depoda ne var ne yok bakarak yazasın o tanıtım yazını (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı: Güzel bir yazıydı o ama kıçını kasa kasa, kaç yılda çıkarttı yazıyı! Ama müthiş bir yazıydı… Bak,  acayip örneklerden biri de Hobbit’in arkasına yazdığımız bir yazıdır…  Hobbit’i bastık, kimse bilmiyor! Hobbit satmıyor! Kitap ayda 50, bilemedin 100 satıyor…  Sonra birden bire herkes Tolkien biliyor oldu ülkede! Korsanını bastılar. Korsanı basılınca biz de kitabın arkasına not düştük: “Bahçedeki en yaşlı ağaca bakıp düşünün, or..pu çocukluğu etmeyin! Korsan or..pu çocukluğudur,  yapmayın!” diye bir şey yazdık… Kitap çok popüler olunca Mersin’de bir okuldan mesaj geldi: Biz bunu çocuklarımıza okutuyoruz, arkasında orospu çocuğu yazıyor” diye… (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin: İyi bir noktaya temas ettin şimdi…  Mesela 2011 senesi itibariyle bir sürü gazetede, bir sürü dergide, şu “tedirginlikle sunar” meselesi haber oldu…  Nurgül Yeşilçay  enteresan bulduğunu söyledi bunu bir sohbetimizde… “Altıkırkbeş çıktığı günden beri yapıyor bunu” dedim… Hiç biriniz farkında değilsiniz…  Altıkırkbeş çıktığından beri “tedirginlikle sunar” diyor zaten… Ki artık “bokunu çıkararak sunar” durumuna geldik…  Yaptığımız afiş mesela, 4-5 sene var herhalde değil mi? Bugün orijinal bulunan şeylerin aslında 20 sene önce yapıldığını bilmek sinir bozucu…
Ulvi: Ama hep öyle olacak bu zaten…
Mehmet Öztekin:
 Bununla mücadele etmiyoruz zaten… O zamanki o rahatlık, kimsenin farkında olmadığı bir kavrayışa sahip olmaktan kaynaklanıyordu belki de… “Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki?” dedikten sonra “Ama her Altıkırkbeş okuru bilir ki, Kristal Büfe’nin hamburgerleri daha şahanedir” diyebilme lüksü güzel bir şey…
Kaan Çaydamlı: Arka kapak yazıları da bir meseledir… Geçen gün tanımadığım birisi, bir kitabın arkasına yazdığımız cümleyi bağırdı: “Anneniz size hiç böyle öyküler anlatmadı ama biz sizin anneniz değiliz”…
Ulvi: Arka kapak yazıları bile başlı başına bir kitap olabilir bir gün…
Mehmet Öztekin:
 Tabii, Ekşi Sözlük’te başlıklar açtılar…  İyi hissettiriyor insana kendini bunlar… 5-6 ay önce, daha filim falan çekilmiyor…  Kadıköy’de sokakta yürüyorum.  Genç bir çocuk balkondan sarkıp “sana içiyorum” diyerek  birasını uzattı.  “Afiyet olsun” dedim tabii… (Kahkahalar)

“türkiye’nin siyasal iklimiyle ilgili iyi şeyler hissetmiyorum. hiç iyi hissetmiyorum”

Ulvi: 1-2 kelam da Kadıköy üzerine edelim mi? Kadıköy’süz Kaan Çaydamlı – Mehmet Öztekin röportajı yok yani?
Kaan Çaydamlı: Ben şunu tespit ettim,  sen hep güzel güzel konularda konuşmak istiyorsun insanlarla, bu herif te sürekli provokasyon peşinde. O yüzden çok düşündüm bu röportaj üzerinde! (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin: Abi bir tek şey söyleyeyim,  Veronica’da anlattığım bir şey…  Barlar sokağına indiğimizde “oh be” demiştik. (Gülüşmeler) Her zaman söylerim; bu, vapurdan her indiğimde hissettiğim duygudur…  Karşıda işimi bitirir vapura biner Kadıköy’de inerim… Karşıda hep bir an önce bitirilmesi ve dönülmesi gereken bir şey vardır. Ama buradaysa hep bir rahatlık, gevşeklik ve sonu olmayan bir hal vardır… Gerekmediği sürece de karşıya geçmem zaten.

Kaan Çaydamlı: Beyoğlu’na yılda bir kere çıkarsak çıkarız… Ama ben şunu da düşünüyorum mesela, eskinin Moda’sıyla şu anki Moda da çok farklı… Eskiden mahalle kültürü vardı, o mahallenin kültürüyle yetişirdin… Ben öyleyim, Kuzguncuk’ta Çelik Çomak Sokak’ta büyüdüm. “Anne”den önce “Melahat abla” demişim mesela… Yumurta getirirmiş bize… Mahallede büyüdük yani…  Şehir, kent “soylulaştıkça”, mahalle kavramı ortadan kalktıkça, bu sefer artık daha büyük bir alana ait olma durumu çıktı… Her insan aslında mesela Fikirtepe’lidir, Nişantaşı’lıdır, şuralıdır buralıdır… Nişantaşı’nın bir kültürü var. Nişantaşı’nda yaşıyorsan, o kültür ister istemez sana sirayet eder.  Seni belirler… Dolaştığın yerden, içtiğin kahveden bilmem neye kadar… Böyle az nokta var artık. Kadıköy bunlardan biridir. Tamam, Kadıköy eski Kadıköy değil… 15-20 yıl önceki Kadıköy bile değil artık… Akmar Pasajı artık Akmar Pasajı değil, ama zihni orada… Bir programda da söylemiştim, ne kadar hayatla yaşarsan o kadar ölümle ölürsün ve bir yerde öldükçe, oraya ait olmaya başlarsın… Biraz böyle karanlık bir durum ama Kadıköy benim için öyle… Oradan beslendik, oradaki insanlardan beslendik. Orada “route”larımız oldu; hiç konuşmadan, her pazar aynı yerde buluştuk, çay içtik…  Aldığımız şeyleri gösterdik, insanlarla selamlaştık falan filan…  Bütün bunlar bizi belirledi. O insan yapısı Nişantaşı olsa başka olurdu, Kuzguncuk olsa başka bir insan olurduk diye düşünüyorum…  Moda’da bir önceki kuşak daha farklıydı mesela… Daha gayrı müslimdi…  Cihangir’e bakın. Bütün sanatçılar boklar püsürler oraya yerleşiyor ama orası hala  “bir şey” değil… Ama bunlar bir 20 sene boyunca orada kalmaya devam ederlerse, orayla bütünleşebilirlerse…

Mehmet Öztekin: E kaçıyorlar şimdi…
Ulvi: “Yapma” bir yer tabii…
Mehmet Öztekin: Moda’ya uyum sağlıyorlar ama…  Bak biz saçma sapan bir şekilde “Kadıköy sound” markası oluşturmaya çalıştık Kaan’la. Kadıköy’deki müzisyenleri bir araya toplayacak bir projeydi. Buruk Acı’da bu çok hip bir noktaya çıkmıştı. 2004’te biz Buruk Acı’yı çektikten sonra Elle Dergisi Buruk Acı’yla ilgili bir haber yapmak istediğinde ben bunun bir “Kadıköy Sound” haberine dönüştürülmesi için uğraşmıştım. “Kadıköy Sound: Bir Yaşam Biçimi”… 2004’te Elle Dergisinde 4 sayfalık bir habere dönüştü bu…  İçinde Kaan’ın, Şenol’un, Altan’ın, Cenk’in de olduğu bir dosyaya dönüştü… Çok uzak kalabildikleri bir şey değildi… 99’da yılında Esquire, “cumartesi geceleri seks yapmadan mutlu olamazsın: kaybedenler kulübü” başlığıyla haber yaptı mesela…  Bu örnekleri vermemin sebebi,  popüler kültür nesneleri olması… Yoksa zaten alt kültür nesnelerinde her zaman vardı, hala da var…  Bu da, duruşunun netliği yüzünden bence…
Kaan Çaydamlı: Çizgi romanın merkezi hâla Kadıköy’dür mesela…  Hiç değişmiyor ve bence zor değişir… İnsanlar çizgi roman almak için Kadıköy’e geliyor. Bütün yayıncılar orada, değişmedi bu…  biz
Mehmet Öztekin: Kadıköy Sound meselesi konuşulurken işte Cem Karaca, Barış Manço, Cahit Berkay, Moğollar… Bunları da konuşmuş oluyorsun… Köhne’ye kadar gider bu… Laterna Bülent’in laterna dükkânına… Sonra tabii Akmar… Bütün kasetler, plaklar orada…
Ulvi: Tabii canım… İlk toplama kaset, sokakta plak kaset satmak orada…
Kaan Çaydamlı: Çöpçüler de Kadıköy’dedir? Çöp müzayedeleri yapılır…
Mehmet Öztekin: Motor da öyle?
Kaan Çaydamlı: Bir başka gerçek var: Kuşak değiştikçe yapı değişiyor… Tabii ki kültürle ilgili değişmeyen bir şey yok… Eskiden Kızıltoprak ta Kadıköy’dü, Kalamış ta Kadıköy’dü… Hepsi Kadıköy’dü… Şimdi yürüdüğünde başka bir durum var ortada…  Bence Moda’da öyle değişti… Buna rağmen Moda hala daha Moda tabii… Ama bu dallamalar TOKİ’ye verirse o kenarları görürüm Moda’yı da…
Ulvi: Yok hala Sherwood adıyla anılan parkı varsa, bu herşeyi anlatıyor zaten (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı: Şu metro işi var, bitince fena… Haydarpaşa otel oluyor, o şeyi de diktiler zaten…
Ulvi: Evet, Hilton’u diktiler
Sinan: Feci bir şey oldu o !
Kaan Çaydamlı: Korkunç!
Mehmet Öztekin: Evet ya! Hep konuşuyorduk da yani, ne kadar garip görünüyor!
Kaan Çaydamlı: Ne kadar güzel bir bina vardı orada biliyor musunuz? Kocaman bir bahçenin içindeydi…
Ulvi: Ya gitmedim girmedim ama mesela rıhtımdaki her otelin bir kişiliği var. Kadıköy’ün ruhu var sonuçta…
Kaan Çaydamlı: Evet sakil durmuyor…  Tabii Beyoğlu’na alışkın insanlar Kadıköy’e gelince sıkılma kafasına giriyorlar ama, müdavim barlarımız vardır bizim Kadıköy’de…  Girersin, herkese selam verirsin…
Mehmet Öztekin: Eee? Bitti mi yani röportaj?

Sinan: Yok canım, öyle kolay kurtulmak yok… Kaan, Türkiye’nin iklimini nasıl görüyorsun?
Kaan Çaydamlı:
 Yani iklim anlamında mı soruyorsun?
Sinan: Siyasal olarak…
Kaan Çaydamlı:
 Durum ortada! Bas bas bağırıyor zaten! Bir felakete doğru gidiyoruz işte…  Çok akıllı bir stratejiyle, çok uzun zamandır İran’a doğru gidiyoruz işte…
Sinan: Öyle bir algın var yani?
Kaan Çaydamlı:
  Var tabii… En son okuduğum şey korkunç mesela… Aile İmamı!  Ne bu ya?
Sinan: Adana pilot bölge…
Kaan Çaydamlı:
 Evet, Adana pilot bölge!
Mehmet Öztekin: O ne lan? İlk defa duyuyorum?
Kaan Çaydamlı: Evet, evet! Çok düşündüm imamı alayım mı almayayım mı diye, almaya karar verdim! Çünkü bir imam eve geliyorsa tanrı var diye geliyor. O zaman bunu ispatlamak zorunda. Yani çok bas bas bağırıyor! Çok akıllıca… Yıllarca didine didine, kozayı öre öre bütün kaleleri düşürdüler… Her yana sızdılar… İstedikleri gibi gidiyorlar… İran’a doğru gitmez tabii burası, çünkü bunlar daha global durumdalar. Daha tüccarlar. Dini sattıkları gibi her şeyi satmakla ilgililer. Ama bu cemaat kafasıyla ve elde ettikleri rantı da dağıtmayı becererek, koşarak gidiyorlar. Müthiş buluyorum yani…
Sinan: Giderek muhafazakârlaşan bir toplum yapısı var ve senin algı dünyan bu muhafazakârlaşmayla örtüşmüyor.
Kaan Çaydamlı:
 Örtüşmüyor tabii!
Sinan: Ve senin yaşama alanın daraldığı ölçüde manevra alanın da daralıyor… Yani yayıncı olarak da böyle, insan olarak da böyle?
Kaan Çaydamlı:
 Çok fazla sürdürebilir miyizle ilgili bir kaygım var tabii…  Ne zaman savcının karşısına çıkacağımızı bekliyorum…  Geçen gün Valinin sekreteri aradı, kitap istedi.  Biz de “tamam, zamanı gelmişti” dedik.  Meğerse bir yerlerde bizim makarna canavarını görmüş, çok hoşuna gitmiş de rica etmiş birer tane gönderir misiniz diye…  İyi mi yaptık kötü mü yaptık ama gönderdik (Kahkahalar) Yani bu tedirginlik var… Tabii bu tedirginlik hep vardı aslında ama bu kadar yoğun değildi. Hani “ne zaman kapı çalar?” durumu değildi. Bunu güçlü biçimde hissettiren bir iklim var artık. Bunu çok fazla hissediyoruz. Bu senin söylediğin şeyle de ilgili biraz. Hani dedin ya “50 yaşındasın, çocuğun var” diyorsun ya? Ama aksini yapmak ta, aksi davranmak ta mümkün değil…
Sinan: Meşrebim bu diyorsun.
Kaan Çaydamlı:
 Şunu gözlüyorum ben.  Televizyonlara baktığımda artık detayları konuşmaya başladıklarını görüyorum. Hani bir sürü grup ortak bir çıkar için savaşır, ele geçirir ve sonra başlarlar kendi aralarında “ayrıntıları” konuşmaya…  İşte bunlar televizyonlarda artık mezhepleri konuşmaya başladılar, ensesti konuşmaya başladılar… Geçen gün hocalardan biri televizyonda konuşuyordu. Hani bunlar eskiden eziliyorlardı ve yoksulluk, fukaralık meselelerini konuşurlardı ya, şimdi hoca çıkmış “Müslüman’a böyle gösterişli, şatafatlı yaşamak yakışmaz” diyor… Artık bambaşka detaylardan söz ediyorlar yani… Bence bu aslında bir çözülmenin de başlangıcıdır.  O kadar rahatladılar ki artık ensesti bile konuşuyorlar…  “Muta nikâhı şirk midir?” gibi detayları tartışıyorlar… İnanılmaz yani, artık o noktaya geldiler! Kanal 7’ de galiba, bir hoca var bayılıyorum adama…  Evde oturup onları seyrediyorum. Yolda, radyoda bunları dinliyorum. Ankara yolunda bir tane pompacı imam vardı, beraber dinledik değil mi Mehmet?  Acayip bir ses var herifte, hemen vermek istiyorsun! (Kahkahalar) Sırf karılar arıyor ve sordukları sorulara inanamazsın. “Bilmem izlerken, bilmem ne oldu hocam, acaba şey olur mu?” (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin: Ulan çok sert laflar vardı ya! “Islandım” falan diyordu kadın!
Kaan Çaydamlı: “Islandım acaba oruç gitti mi” (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin: Biz inanamıyoruz adamla Ankara’dan dönerken! Ne oluyor, nasıl bir şey bu!
Kaan Çaydamlı: İstasyonu kaybedeceğiz uzaklaştıkça, “ulan gidiyor istasyon, duralım da kaçırmayalım” demeye başladık. (Kahkahalar) Mola verelim de kanal gitmesin! Acayip pompa yapmıştır o hoca! (Kahkahalar) İşte şimdi bunlar ortaya çıkacak! Yani işin laf kısmı bitip de birbirlerinin karılarını s.kmeye başladıkları gün her şey dağılacak! Onu bekliyorum… Yapacaklar çünkü! Çünkü bunlar dini apış aralarında arıyorlar! Bir tek def var diyor mesela, deften başka çalgı çalınmaz, bunları çağırmayın diyor…  Tanrı “ne yaptın?” diye sorduğunda “zurnacıydım” mı diyecek yahu adam?
Ulvi: Aynı herifin bir videosu daha var, “bir akrabama söyledim, böyle giyinerek erkeklere zalimlik ediyorsun” diyor herif…
Kaan Çaydamlı:
 Hastalık bu!
Ulvi: Valla ben ki o kadar rahat bir adamımdır,  hayatta hiç bir kadına bunu söyleyemem: “böyle giyinerek bana zalimlik yapıyorsun!”
Mehmet Öztekin:
 Aklına gelmez ki?  Asıl mesele bu işte… Böyle bir şeyin aklına gelmemesi lazım…
Kaan Çaydamlı: Herifin argümanı şu abi: def çalabilirsin, diğer çalgıların hepsi günaha götürdüğü için haramdır.  Kadın sesi de öyle…  Konuşarak değil de işte, biraz oynak olduğunda…
Ulvi: İç gıcıklayıcı!
Kaan Çaydamlı:
 İç gıcıklayıcı olduğunda… İşte şarkı söylemesin… İçlerindeki radikaller, içlerindeki “her şeyi Amerika’ya satalım, parayı götürelimciler” bunları konuşmaya başladılar artık… Ensesti de konuşuyorlar, eskiden üstü örtülü yapılan ne varsa hepsini konuşuyorlar artık…
Sinan: Bu olumlu değil mi sence? Artık herşeyin konuşulabilir hale gelmesi? Eskiden tabu olan en uç konuları bile kendi aralarında konuşuyor olmaları?
Kaan Çaydamlı:
 Ama bunu bir çözülme halinde konuşuyorlar. O kadar rahatladılar ki?  Sonuçta bir Müslüman imajı var…  Hani Müslüman ahlâklıdır, haram yemez, yardımseverdir, başka karıya bakmaz falan…  Eskiden bu söylem vardı, ama o kadar rahatladılar ki artık bu söylemleri aştılar… İşin tedirgin edici yanı bu… Zaten haritaya baktığımızda da bir şekil çıktı ortaya. İşte deniz kenarındaki adam, balık yiyen adamlar mantıklı oluyorlar (Kahkahalar) Gülmeyin, budur abi! Zeytinyağı, üzüm, incir! Roma İmparatorluğu da şarap üzerine kurulmuştu. Böyle bir durum var, fiili bir bölünme var… Bana hiç te komplo teorisi gibi gelmiyor. Bir Sevr durumu var. Irak’taki petrol bölgesini Kürt devletine dönüştürmek, Pontus Rum Devletini kurmak falan, hiç de komplo teorisi gibi gelmiyor. Kürt açılımı dedikleri şey nedir? Dağıtmaya yönelik bir şeydir. Adamın bir kültürü var, ana dili var. Biz nasıl Kadıköylüysek bu herif de Kürt! Ben öyle bakıyorum meseleye… Adam Kürtçeyi duymuş doğduğundan beri, bırak konuşsun! Dilini ver! Aç özgürlük alanlarını insanlara…  O zaman zaten problem kendiliğinden hallolacak. Çözmeye uğraşmıyorlar! Dağdaki adam işlerine geliyor bunların… Kullanıyorlar! Hakikaten, orayı bölüp Kuzey Irak’la birlikte Kürdistan’ı kuracaklar. Petrol orada, enerji yolları orada… Bu argümanlara bakınca durum hiç de komplo teorisi olarak gelmiyor, gayet akılcı geliyor… Ama bütün bunlar 200 yıl sürer, ya sonra? 200 yıl sonra petrol biter… Ondan sonra Allah’ın çölünde kimsenin s.kinde olmaz oraları… O zaman normale döneriz. Her şey enerjiyi kontrolle ilgili! Dert bu! Belki teknoloji gelişir, bu petrol kafası biterse rahatlarız…
Mehmet Öztekin: Başka bir şey çıkar o zaman da…  Dünyanın derdi her zaman bu oldu. Baharat yolu vardı eskiden de…
Ulvi: Eh bitmez, rüzgârı kontrol edeyim, suyu kontrol edeyim, sürer gider…
Kaan Çaydamlı:
 Çok küçüğüz hakikaten…  Bu noktalarda hem bilgiye sahip değiliz, hem de etkili olabilecek bir durumumuz yok. Koyun gibi takılıyoruz işte. Böyle…  Türkiye’nin iklimiyle ilgili böyle düşünüyorum. İyi hissetmiyorum! Hiç iyi hissetmiyorum!

“babalarımızı affedersek ne kalır geriye?”

Ulvi: Mehmet, Kaybedenler’le ilgili son bir şey soracağım. Çok hayalindi biliyorum. Yaptın ve “rahatladın” herhalde?

Mehmet Öztekin:  Yaşıyorum evet…

Ulvi: Sırada ne var şimdi? Pompaya devam mı? (Kahkahalar)  

Mehmet Öztekin: Devam, devam! (Kahkahalar)

Ulvi: Sırada ne olduğunu söyle, gerekirse on yıl, on beş yıl bekleriz.

Mehmet Öztekin: Kaybedenler Kulübü sinematografik açıdan yapmayı çok istediğim bir projeydi. Kendimi hiç sınırlamayacağım bir proje olarak tahayyül etmiştim bunu… Gerçi Kaan biraz sınırladı (Kahkahalar) Ondan önce yazdığım bir senaryo daha var: “Sigara İçenler”. Çok sevdiğim bir senaryo ama hayatın gerçekleri malum… Bunu çekersem hiç kimse arkasında duramaz, yatırım yapmaz, televizyonda gösterilemez… Sigara yasakları malum…

Sinan:  Geç kaldın!

Mehmet Öztekin: Evet! Onu yapmayı çok istiyorum ama durur artık, 10 sene mi, 15 sene mi bilemem…  Bir gün yaparız. Bunun dışında yazılmış ve yazılmakta olan bir kaç proje daha var. Kaan’ın az önce söylediği gibi bizim beslendiğimiz şey bu aslında… Şimdi bitti, o defteri kapattık demek mümkün değil ki? Ne yapacağız, şimdi bir Foça hikâyesi yazacak halimiz yok ya? Dolayısıyla yine aynı yerden beslenen başka bir hikâye var, şu anda onla devam ediyoruz… Kaan yazıyor…

Kaan Çaydamlı: Birlikte yazıyoruz.

Sinan: Kaan, evli barklı çoluk çocuk sahibi bir adam olduğun için mi bu sohbette hiç karı kız muhabbeti falan olmadı? (Kahkahalar) Ne pompa hikâyesi duydum ne küfür bu röportajda?

Kaan Çaydamlı: Ee, yaşlandık tabii!

Sinan: Yavaşladınız mı yani artık?

Kaan Çaydamlı: Provokatör demiştim! (Kahkahalar) Ben yavaşladım, Mehmet’in yavaşladığı söylenemez…

Sinan: Dur bir dur, nasıl yavaşladın? Mehmet’e geliriz birazdan o daha genç!

Kaan Çaydamlı: Sen dedin şimdi işte? E g.t var göbek var?

Sinan: Ohoo,  bizim Ulvi’ye bile sıraya giriyorlar, sana haydi haydi! (Kahkahalar)

Kaan Çaydamlı: Tamam da o adamın cüssesi, duruşu?…

Sinan: Aman ben hep bakmışımdır bu herifin nesi var diye…  Senin karizma da sağlam!

Ulvi: Benim avantajım var! “Ben Kaan’ı tanıyorum, Mehmet’i tanıyorum” diyorum… Onlar ne diyecekler? Ulvi’yi tanıyorum mu diyecekler (Kahkahalar)

Sinan: Neyse, kaçak güreşmeyelim lütfen. Kadınlar diyorum?

Kaan Çaydamlı: Yani seviyoruz kadınları…  Hâla daha seviyoruz yani… Bacımız, anamız onlar yani… (Kahkahalar)

Sinan: Sevdiğini biliyoruz da…

Kaan Çaydamlı: Neyi soruyorsun burada şimdi yahu? (Kahkahalar) Yaşadık işte…  Evlendim ben artık. Çok hareketli bir hayat yaşadık.  Programın da etkisi oldu. Biz rahatsız adamlar olduğumuz için, kadınlara ulaşmaktaki o rahatlık ta rahatsız etmeye başladı bir süre sonra…  Ya zaten ben konuşamam mesela… İşte bir hatun gelip buraya oturduysa, e hadi gidelim, ne yapacaksak yapalım durumu oldu. Yani “ne konuşacağız ki?” durumu… Şimdi çok zor geliyor…

Sinan: Abi filmin neredeyse tamamı senin konuşman üzerine kurulu ve sen “ben konuşamam” diyorsun, nasıl yani? (Kahkahalar)

Kaan Çaydamlı: E işte, kadınlar söz konusu olunca konuşmuyorum yatıyorum! Tam ifade edemedim galiba! (Kahkahalar)

Sinan: Tamam ama onun bir “bağlama süreci” var ki mesela ben fragmanlarda izledim, ohoo,  adam bağlıyor yani …  Ve bir yere getiriyor gördüğüm kadarıyla …

Kaan Çaydamlı: Orada anlatılan hikâye gerçek bir hikâye. Nasıl başladığını da anlatayım madem… Acayip güzel, Hülya Avşar’ı andıran o gençlik hallerine benzeyen bir hatun vardı. Israrla evine davet ediyor. Balkon, balık malık falan…  O kadar ısrar etti ki, gittim. Bostancı’da evi. Oturduk, ama kadınla konuşurken dağıldım ben.  Kalktım, “ben gidiyorum” dedim. “Nereye?” dedi, işte barın ismini söyledim. “Ee? Ben ne yapacağım?” dedi, “gel” dedim.  “Ben motora binemem” deyince de  bastım, bara gittim. Dipte, köşede boş bir yer vardı, oraya oturdum. Yanımdaki boş sandalyeye bir hatun geldi,  tek boş yer orasıydı, herhalde o yüzden oturdu. Filmde gördüğünüz diyaloglar geçti aramızda. İşte “erkek arkadaşım gelecek” dedi, adam geldi ve bir süre sonra çıktılar. Ama hatun geri döndü. “Ne oldu?” dedim, “Hiç, burada oturmak istiyorum” dedi hatun. Neyse, bir şeyler içtik çıktık. Motora bindim. Hatunda etek var ama çat diye bindi motora. Eve gittik, öyle başladı o hikâye…  Yani bağlama kısmı bu kadardır… Kadının programla hiçbir bağlantısı yoktu. Beni tetikleyen de buydu belki…

Sinan: Seni gördü, beğendi ve istedi…

Kaan Çaydamlı: Eşit gibiydik anladın mı? Az önce dediğim de o… Yani birisi geliyor yanına ve seni zaten tanıyor ya da tanıdığını zannediyor…  Sen öyle bir durumdasın ki sanki zaten höt desen düşüp bayılacak ya da zört desen verecek gibi oluyor yani…  Böyle şeyler yaşadık ama bu rahatsız etti.  Tek uzun ilişkim budur benim ama sonradan işin öyle çok da spontone olmadığını da öğrendik yani… Meğerse biliyormuş hatun programı falan!

Ulvi: Çocuk ne değiştirdi hayatında?

Sinan: Aha çocuklu adam muhabbeti! Bir dur hele, bitmedi!  Kaç tane kadın “kaldırdın” Kaan?

Kaan Çaydamlı: Ben hiç kaldırmadım onları, zaten düşmüş halde geldiler! (Kahkahalar) Ne bileyim be abi, sayacak halim yok ya?

Mehmet Öztekin: 3-5…

Kaan Çaydamlı: Bir ara mete sayıyordu.  Numaratör vardı, her gün numaratör basıyordu (Kahkahalar)

Ulvi: Çocuk ne değiştirdi hayatında?

Kaan Çaydamlı: Çocuk acayip bir şey! Route 66 yaptım, Chicago-Los Angeles yaptım ve gelip evlenmeye karar verdim… Sergül 7 yıl boyunca bırakmadı beni… Çocuk da çok acayip bir şey tabii… Gerçi kimseye tavsiye etmiyorum, çok zor bir şey…

Sinan: Kaç yaşında?

Kaan Çaydamlı: Daha sekiz aylık, çok tatlı!

Ulvi:  Değiştirdi mi seni?

Kaan Çaydamlı:  Değiştirdi tabii!  Bu filmin beni çok heyecanlandıran kısmı, herifin bir gün bunu seyredecek olması! Ne bileyim, kitabı ona adamış olmam falan çok önemli şeyler bunlar… Ama bir tedirginlik yaşamıyor da değilim…  Babası ile ilgili bu kadar bilgiye sahip olan bir çocuğun hayatını şimdiden s.kiyor muyum acaba? Biraz karışık bir duygu yani…

Ulvi: Zor bir şey…

Kaan Çaydamlı: Sürekli yüzleşiyorum.

Sinan: Çocuk için çok can sıkıcı olmalı… Büyüdükçe hayal edebileceği her şeyi yapmış bir baba!  

Kaan Çaydamlı: Eh, böyle şeyler hayal ederse tabii…

Mehmet Öztekin: Muhtemelen çok standart bir adam olacaktır.

Ulvi: Zannetmiyorum! Aynı şeyleri ben de söylüyordum, bu adam çok steril, küfür etmez bir herif olacak diyordum. İçip ona buna b.k atan bir babadan nefret edecek diyordum ama öyle olmuyormuş.

Kaan Çaydamlı: Seninki öyle olmamış olabilir de…

Sinan: Niye çocuk yaptın?

Kaan Çaydamlı: Bu konuda da düşünmedim… Düşünmedim, yaptım yani! Tabii ekonomik anlamda çok rahat bir adam değilim, çok para kazanmıyorum. Bir çocuğun getireceği bir yük var ama istedim… Yeğenimle olan ilişkim beni değiştirdi sanırım. Ben çocuklarla hiç bir zaman ilişki kuramadım fakat bir yaz yeğenimle iki üç ay geçirdim ve kardeşimi, Gökhan’ı anladım. Bütün hayatını değiştirdi herif. Bunun Amerika sonrası olmasının sebeplerinden biri de odur… Gökhan’ı, Nihan’ı gördüm. Bir de hakikaten kopuyorsun, binlerce kilometre yoldan sonra bir tür meditasyon hali oluşuyor… Döndüğümde çok hazırdım…

Sinan:  Bu bir durulma emaresi mi, kök salma emaresi mi?

Kaan Çaydamlı: Valla ben kök salabileceğimi sanmıyorum. Bu tedirginliği herhalde Sergül de hissediyordur…  Gideceğim yani ben…  Kesin…

Sinan: Çocuk bağlayıcı değil bu anlamda yani?

Kaan Çaydamlı:  Mümkünse beraber giderim herifle…  Gelmiyorsa da ne yapayım yani, en fazla döneriz diye düşünüyorum… Bunu çok ciddi düşünüyorum, hesaplaşıyorum bununla…  Evde kedi olmasından da çok farklı değil aslında bu durum…  Bir taraftan az önce konuştuğumuz şey, hayatım nasıl olacak? Mesela annem senin yazıyı okumuş… Senaryoyu okuyup,”Mehmet hiç küfür etmiyor, sen küfür ediyorsun.  Atahan’a okutma bunu sakın”  diye aradı annem…  Kriter de şu: Mehmet küfür etmiyor, sen ediyorsun! (Kahkahalar) Müdahale etmemek lazım, onun hayatı da böyle. Onun da böyle bir babası var ne yapalım? O yüzden KTN’nin başına da yazdım adama… “Babalarımızı affedersek ne kalır geriye?” diye… Bu konuda böyle düşünüyorum. Yani umarım affetmez… (Kahkahalar)

Sinan: Mehmet, senin niyetin var mı çocuğa?

Mehmet Öztekin: Olabilir. Kaan gibi değilim ben, her zaman çok iyi anlaştım çocuklarla.

Kaan Çaydamlı: Acayiptir o konuda!

Mehmet Öztekin: Çok severim! Öyle bir takıntım hiç olmadı benim. Yani evlenmeyeceğim, işte şu dönem geldiğinde evleneceğim, işte çocuk yapacağım-yapmayacağım diye…  Ben bütün bunların suyun akışı içerisinde yolunu bulan şeyler olduğuna inandım… Olmazsa niye olmuyor diye kafayı kırmam… Ama karşı da değilim.

Sinan: Çok şaşırtıcı! Tek eşliliğe prim vermeyen, evlilik kurumunu çok fazla önemsemeyen bir izlenim yaratıyorsunuz ama, konuştukça…

Mehmet Öztekin:  Belli bir dönem için öyle aslında.  Evet, yani o nereye kadar ki? Sonuçta bunun dibi yok ki? “Tamam, artık sakinleşeyim” diyorsun… Belki bu hayat tarzında rock&roll ile bir yere kadar gidebilirsin, yaşanması gereken şeylerin yaşanması gereken zamanda yaşanması güzel bir şey… Bugün en büyük lüksümüz motor… Motora biniyor, basıp gidiyoruz istediğimiz yere…  Bu saatten sonra kaç tane çentik attım olayına girmek anlamsız. Atmışsın atacağını zaten…  Bir o kadar daha atarsın istersen…  Bunu biliyor olmak belki bu rahatlığı gevşekliği getiriyor kim bilir? Bir yerden sonra neyi deneyimleyeceksin ki?

Kaan Çaydamlı: Aynı şeyi farklı bedenlerde tekrarlamak anlamsızlaşıyor.

Mehmet Öztekin: Yorar! Sadece yorucu olur.

Ulvi: Bağlanma korkun var mı?

Mehmet Öztekin: Yoo?

Ulvi: Veronica’da öyle bir şey de var çünkü?

Mehmet Öztekin: Evet vardı…  Peki var! (Kahkahalar)  Bende böyle bir sorun var,  aslında hep vardı… Belki Veronica onu açığa çıkardı, rahatlamamı sağlayan bir metin oldu. Yani böyle bir sıkıntı hep vardı.

Ulvi: Güven sorunu gibi bir şey mi bu?

Mehmet Öztekin:  Değil işte…  Bir kabuk problemi aslında, onu korumak istiyorsun. Aslında şahısla ilgili bir şey değil, senin kabuğunla olan, bağınla ilgili bir durum var orada.

Sinan: İçinde kar gibi bir bulut mu saklı? öyle bir şey koydun ki ortaya (Kahkahalar)

Ulvi:  Var, var bir bulut…  Adam sinemacı ya, bir tip çiziyor ve o olsun istiyor…

Sinan: Halbuki nefes alıyorsa, oda sıcaklığındaysa?

Ulvi: Yok, o anlamda değil. Pompa anlamında söylemiyorum. “Bir insan olsun, ben açığım, hazırım” diyor, “gelsin işte, evlenirim de, çocuk da yaparım ama böyle biri olsun” mesajı veriyor. (Kahkahalar)

Kaan Çaydamlı: Ben konuşabilirim burada. Mehmet nasıl beni gözlediyse ben de onu gözledim… Aslında Mehmet’in hep aşık olması gerekir, yapısında var o…  Aşık olmazsa hiçbir şey olmaz…  Ben bir parti gecesi hatırlıyorum, hatun Mehmet’in bacağına sarılmış ama bizimki “seninle yatmayacağım” diyor.

Mehmet Öztekin:  Çok yorucu, çok ızdırap veriyor bana… Ben o yoruculuğun korkusuyla, bir çok geceyi öyle kapatmışımdır…

Ulvi:  “İstemiyoruuuum!” (Kahkahalar)

Mehmet Öztekin: Evet çok yıpratıyor beni bunlar…  Üzülüyorum, kırılıyorum yani…

Sinan:  Ya bunları silelim tamam mı? Feci bir şey bu! “Kırılıyorum” falan! Nedir bu abi ya?  Sert çocuklar diye geldik şuraya! (Kahkahalar)

Mehmet Öztekin: Abi öyleyiz tamam ama (Kahkahalar)

Kaan Çaydamlı: Bütün sert çocuklar aslında böyledir abi, sert çocuk görmemişsin sen (Kahkahalar)

Mehmet Öztekin: Ya işte yaşadık yani…

Sinan: Adam (Mehmet) enikonu mahcup oldu, kızardı! Bakar mısın ya?

Mehmet Öztekin: Ya belki o çentik atma, sayma dönemini yaşadık ama mesela Kaan’ın endişelendiğini hatırlarım… İşte bir akşam sohbet ederken “ya bu gece de Sopranos var, yatsam mı yoksa bekleyip izlesem mi?” dediğimde “eh seçeneklerin buysa, Sopranos izle” dediğini hatırlıyorum (Kahkahalar)

Kaan Çaydamlı: Bir sürü hikâyemiz var… Yani salona çıkıp sonra farklı odalara girdiğimiz… Sertlikse yani? (Kahkahalar)

“bir yolun yol olabilmesi için daha önce birilerinin yürümüş olması lazım…”

Sinan:  Her ne kadar insanlar dinlemek ve okumak isterlerse de, filme gitsinler. Detaylar orada! İlginç ama, yayınladığınız metinlerde, kitaplarda öyle bir dünya var ki, her şeyin alabildiğine özgürce, serbestçe yaşandığı, anlatıldığı, böyle yaşanması gerektiğinin savunulduğu bir dünya. Bunları yayınlayanlar olarak da sizden beklenen böyle bir hayatı yaşıyor olmanız…

Mehmet Öztekin:  Evet!

Kaan Çaydamlı: Bu metinlere, özellikle bizim yazdığımız metinlere baktığında bu söylediğin şey çok güçlü bir biçimde vardır…

Sinan: Ama benim şimdi gördüğüm “kentli iyi çocuklar”?

Kaan Çaydamlı: Evet?

Sinan:  İçlerinde duygusal bir yan taşıyan, ileride çoluk çocuğa karışmayı isteyen, işte kalbinin prensesini arayan adamlar… Kayıtlara düşsün diye söylüyorum bunu. (Kahkahalar)

Kaan Çaydamlı: Şöyle bir gözlemim var benim:  Türk erkeği coğrafya değiştirdiği anda kimi s.kecem diye bakınmaya başlıyor…  Sosyal seviye fark etmiyor.  Mesela Eskişehir’de çok yaşadım bunu. İstanbul’dan geliyorlar, “Ee abi? Kimi s.keceğiz burada?” Burası Eskişehir, ne bileyim kimi s.keceksin? Ben pezevenk miyim lan?” Yani hatunlar “İstanbul’dan birisi gelse de versek” diye beklemiyor ya? Ama böyle bir enerji yükleniyor. Herkes buna meyilli. Bir sürü hikâye var böyle.

Sinan:  Bu biraz da sidik yarışına dönüşmüyor mu?  Gençlerde bir şey ispatlama durumu var…

Mehmet Öztekin: Bu kendinle ilgili bir şey aslında… Motor meselesindeki gibi… Mesela çalıştığım dizide oyuncular arasında bir trend var, motora biniyorlar. Uzun yola çıktın mı diye soruyorum, henüz çıktım yanıtı almadım bugüne kadar.  Hepsinin altında benim kullandığım motorlardan daha pahalı, daha büyük, daha dayanıklı motorlar var…  Altyapısı yok yani bunun. Motor adeta bir aksesuar.

Kaan Çaydamlı: Biz şehirde binmiyoruz mesela? Çok zor bir kere…

Mehmet Öztekin: Evet, ben binerdim mesela Kaan eleştirirdi beni.  Taksim’de ciddi bir kaza yaptım, ondan sonra ben de bıraktım.  Çünkü şehir içinde bizimkiler gibi motor kullanmak sadece tehlikeli oluyor.

 Ulvi: Ben de aynı. Geçen seneden beri iki motorum oldu, birine bir kere bindim. Diğeriyle bir kere Çeşme’ye gittim oğlanın yanına… Bir de hafta sonu uzun yol yaptık o kadar.

Kaan Çaydamlı: Biz iki tane Jawa alalım diyoruz, 250’lik.

Mehmet Öztekin: Sinan, işte o sorduğun konu, kendinle ilgili bir mesele…  Neyi nereye koyduğunla ilgili bir mesele… Bir ispat çabası olabilir ama yani bunun nasıl bir tatmini olabilir ki? Ne kadar çok sayıda olduğunun önemi bir yerden sonra kalmıyor. Kişisel gelişimin için belirli sayıda ilişki yaşaman zaten gerekiyor ama belirli bir tecrübeden sonra artık ayrı bir sapkınlığın var demektir devam ediyorsan…

Kaan Çaydamlı: Sorunun olabilir tabii…

Mehmet Öztekin: Evet! Ya da bizim baktığımız gibi bakabilir ve en fazla eve gider Sopranos izlersin….

Sinan: Son bir soru daha soracağım ondan sonra bitireceğim…

Kaan Çaydamlı: Çevreye verdiğim rahatsızlığı bitireceğim diyorsun yani (Kahkahalar)

Sinan: İkinize de soruyorum bunu… Altıkırkbeş olsun, Underground olsun bunları bu bir entelektüel birikim olarak mı görüyorsunuz yoksa bir yaşam biçimi, ama empoze edilen bir yaşam biçimi olarak mı görüyorsunuz? Çünkü sonuçta kabul edin veya etmeyin, sizi rol model olarak kabul eden bir kitle var. Öyle veya böyle bu kitlenin hayatında bir önem taşıyorsunuz.  Birileri sizi dikkate alıyor. Kaan’ın “işte ben istediğim gibi yaşadım” demesi gibi “bu bana ait bir şey mi” diyorsunuz yoksa bunu bunu “önerilir bir yaşam biçimi” olarak mı sunuyorsunuz? Hadi beylik bir şekilde bitireyim: Sonuç olarak, okuyucunuza, izleyicinize ne tavsiye ediyorsunuz?

Mehmet Öztekin: Ben şöyle bakıyorum. Kitabın önsözünde de koyduğum cümleyi referans alacağım şimdi…  Kendi örnek aldığım adamlara baktığımda, kimleri takip ettiğime, kendi stratejimi oluşturuş biçimime baktığımda bu hesapların yapılmasının doğru olmadığına inanıyorum… Bana göre doğru yol benim yolumdur… O yolu da baştan çizemezsin, belirleyemezsin… Ama kendini ne kadar iyi hissettiğin, yaptığınla ne kadar huzurlu olduğun önemlidir… Vicdanen rahat hissettiğin yol aslında en doğru yoldur…

Sinan: Ama bu senin yolundur…

Mehmet Öztekin:  Tabii, tabii!  Benim yolumdur. Ancak bu söylediğim işin en basiti gibi görünse de aslında bunu yapmak çok zor…  Çevre faktörleri o kadar etkili ki artık… Bütün bu baskı, bu hücum, bu taciz o kadar etkili ki;  seni sürekli sorgulatıyor, sorguluyor ve her attığın adımda sana hücum ediyor…  O adımı atmak güçleşiyor o zaman…  Sürekli ayağına yapışan bir şeyler var! Sen “tamam bu yol doğru gibi” görüyorsun ama onların yönlendirmesine ne kadar kulak asıp asmadığının, bacağını nereye doğru çekip çekmediklerinin farkında olmayarak bir tarafa doğru gidebiliyorsun…  Oraya gitmemek mesele!  O huzurlu olduğun yol, ızdıraplı ve zor bir yola dönüşüyor… Altıkırkbeş’in yolu biraz böyle bir yol bence… Sırf doğru olduğuna inandığın için, herkesin saçma sapan bulduğu bir şeyi yapıyorsun… Sen o adımı attıktan sonra birden bire herkes onun savuncusu pozisyonuna geçiyor… Ama o adımı atana kadar kimse öyle durmuyor etrafında. Hatta herkes atma diye elinden geleni yapıyor. Kaybedenler Kulübü 11 yıllık bir inattır dedim ya? 20’li yaşlardaki halime baktığımda, çok baba adamlardan dört defa bu yorumu alan bir adamın bunu kaldırıp bir kenara atması ve bir daha da adını anmaması beklenebilir… Bu kendi adıma çok güzel bir şey ama şu anda herkes, ben hariç herkes bu filmin sahibi durumunda… Gurur duyuyorum, çok keyif alıyorum, tribe falan da girmiyorum. Ama durum böyle… Şu an sanki benim filmim değil gibi bir durum var ortada… Ve inanır mısın bundan daha keyif verici bir şey de yok benim için…

Sinan:  Sen ne diyorsun Kaan?

Kaan Çaydamlı: Ya şimdi yol, yol diyorsun… Diyoruz…  Bir şeyin yol olabilmesi için birinin daha önce bir kere yürümüş olması lazım…  Bu önemli bir şey… Ben yol açmaktan bahsetmiyorum, ilk defa sen yürürsen yol açmış olursun… Programla ilgili olarak insanların hayatlarında rol model olma meselesi beni program sırasında da rahatsız etmiştir…  Bir gün intiharla ilgili bir program yaptım.  Bir daha da intihar kelimesini ağzıma almadım. Program boyunca intihar etmeye kalkan telefonlar yağmaya başladı ve kayıtsız kalamayıp programı kapatıp gittik… Bir sürü insanın hayatını aslında geri dönülmez biçimde değiştirdiğimizin somut örneklerini gördük. Çok genç insanların hayatlarını… Ben bunu ilk fark ettiğimde rahatsızlık hissettim ama bugüne kadar yaptığımız hiçbir şey, asla “birilerinin hayatı nasıl etkilenir” kafasında olmadı. Hala daha öyle… Hiç şey umurumda değil! Bir şeyler yapıyoruz işte… Bu filim yapıldı, 300 bin kişi seyretse çok hoşuma gider, 500 bin kişi seyretse çok hoşuma gider, 3 bin kişi seyretse az bulurum ama fark etmez… Mehmet’in dediği gibi, bu adam 11 yıl taşıdı bunu. Bu filim çıktı ortaya. Tolga inandı buna, bir para buldu… Ciddi bir para buldu, koydu ortaya. Biz ne gerekiyorsa yaptık, her türlü desteği verdik. Aslında olmayacak bir şey yaptık biz de.  Ne sorarlarsa cevap verdik, ne isterlerse koştuk.  Yani sahiplendik! Tolga bunu 1 milyon gişe yapsın diye yapmış olabilir, ama bizim olayımız bu değildi… Radyo programı için de aynı şeyi söyleyebilirim… Sonuçta entelektüel bir iş yapıyoruz. Bir şeyleri şüphesiz ki etkiliyoruz. Kimsenin basmadığı, basmayacağı, basmayı göze alamayacağı şeyleri bastık, basacağız… Hakikaten, net olarak buradaki kriter sadece bu… Bunları okuyabilmekle ilgilidir bizi tetikleyen şey… “100 tane çocuk bunu okuyup hayatı değişecek” ile ilgili değildir…  Okuyucuya karşı sorumluluğumuz olsa, başına o cümleleri yazmayız…  Okuyucuya sorumluluk hissetsek, Hobbit’in kıçına “or.spu çocuğu olmayın” notunu koymayız…  Böyle bir kaygımız yok! O notu koyduk diye belki 50 bin tane, 100 bin tane az sattık Hobbit’i… Mümkün! Okullar almadı. Olay bu yani…

Sinan: Biraz da duymak istediğim şey şuydu… Bütün bunlar entelektüel bir grup insanın kendi gelişim yolculuğudur… Bir cinayet romanı yazan adam, cinayet işlememiştir. Sen de intiharla ilgili bir metni entelektüel saikle yayınlayabilirsin ve okuyucu da aynı biçimde, entelektüel saikle, okuyup bilgilenmek için alır o metni… Entelektüel adam “intihar nedir”i okuyabilmeli, tartışabilmelidir… “Uyuşturucu nedir”, “Uyuşturucu kültürü nedir” i okuyup tartışabilmelidir… Bunları yayınlamak, bunları empoze etmek değildir… Altıkırbeş, Poetix işte entelektüel merak konularını koyuyor okuyucusunun önüne…

Mehmet Öztekin: Evet! Kesinlikle!

Kaan Çaydamlı:  Tabii ki de merak ettiğimiz için…

Sinan: Bu mudur Ulvi?

Ulvi: Budur!

Sinan: E teşekkür ederiz o halde… Çok keyif aldık.

Kaan Çaydamlı: Biz teşekkür ederiz.

BİTTİ!