Mehmet Ada Öztekin Kampüs’te

Kaybedenler Kulübü Yolda, yönetmeni Mehmet Ada Öztekin Kampüs’te

90. sayımızda İlham sayfamızın konuğu Kaybedenler Kulübü Yolda filminin yönetmeni Mehmet Ada Öztekin. Öztekin’le filmi, ülke sinemasını, kaybetmeyi ve elbette Kadıköy’ü de içine alan güzel bir söyleşi gerçekleştirdik.

Radyoculukla başlayan, çevirmenlikle devam eden bir hayat hikayeniz var. Sonrasında yönetmen olarak birçok başarıya imza attınız. Yönetmenlik nasıl başladı?
Aslında ilk senarist olmak istemiştim. Senaryoyu bir metin biçimi, roman yazmak ya da şiir yazmak gibi değerlendiriyorsun o yaşlarda. Fakat o konuda kendimi biraz yetiştirmeyi becerip senaryo yazmaya başlayınca gerçek anlamda bunun bir dünya kurmak olduğunu, sonra o kurduğun dünyayı birine emanet edip onun da üstüne emanet ettiğin kişinin kurduğu dünyayı izlemek olduğunu anladım. Burada biraz arsız bir duyguyla o dünyayı da kendin kurmak istiyorsun. Zaten araştırınca dünyada da bu işin böyle olduğunu görüyorsun. Yani senaryo yazıp yönetmenlik yapmamak bir tercih. Tabii Türkiye’de bu iş çok böyle değil. Türkiye’de çok keskin ayrılıyor bu çizgi. Senaristin yönetmek istemesine garip bakabiliyorlar. Örneğin yurt dışında senariste soruluyor çekmek istiyor musun diye. Senarist ben çekmek istiyorum dediğinde bu tartışılmıyor bile. Biz her şeyi kendimiz yapmak isteyebiliyoruz. Benim yönetmenlik yapmaya karar vermem de böyle bir süreç sonucunda başladı aslında. İlk başlarda reklam filmlerinde çalışmaya başladım. Bu işin tekniğinin en doğru kullanıldığı yerin reklam prodüksiyonu olduğunu gördüm. Yavaş yavaş prodüksiyon içinde yükselerek işler yapmaya başladım. Yardımcı yönetmenlik yaptım çok uzun zaman. Sonra reklam filmleri çekmeye başladım. Kaybeden Öyküler 1 – Burukacı adlı ilk kısa filmimle drama çekmeye başlamış oldum.
Haberin Devamı
“Kaybedenler Kulübü” ile devam edelim. Kaybedenler Kulübü’nü kült yapan sizce neydi? Seyircinin bu kadar aklında kalmasını sağlayan büyü neydi sizce?
En önemli nokta herkesin gerçekten yalnız olmasıydı. Çünkü tüketim çağı çok hızlı ilerliyor. Kentte ve yalnız olan insanları çekti film. Yalnız olmayı kimse seçmez aslında. Cool görünmek için yalnız olmayı tercih ediyormuşuz gibi gösteririz ama ne olursa olsun yalnızlık kötü bir şeydir. Keyif alınan bir şey değildir. Fakat herkes oynuyor. Kimse gerçek yüzünü göstermiyor ve gün geçtikçe bu daha da büyüyor. Özellikle sosyal medyanın hayatlarımıza bu kadar dahil olmasıyla birlikte o maskeler artmaya başladı. Biz ilk filmi yaptığımızda bu maskeler daha şeffaftı. Şu an kilden çamurdan maskeler var insanların yüzünde. Sosyal medyadan birbirine bağıran insanlar karşı karşıya geldiklerinde merhaba bile diyemiyorlar. Bu şekilde yalnızlaşmaya doğru gidiyor toplum. İlk film tam o yalnızlaşmaya yeni başlanan döneme denk gelmişti. Radyo programı 1990’larda yapıldığında tüm bunlar henüz çok uzaktı. Çok küçük bir kesim daha bu depresyonu yeni yaşamaya başlıyordu. Kentli depresyonu kavramı daha genişlememişti, yeni yeni başlıyordu. Ama 2010’lara gelinip biz filmi yapmaya başladığımızda artık sosyal medya vardı, insanlar evlerine kapanmaya başlamıştı. Tüketim çağı hızlanmış, maskeler kalınlaşmaya başlamıştı. Birileri de o maskenin altındakileri göstermeye kalktığında da çaktırmadan onu sahiplendiler diye düşünüyorum. Gece 00:00’da radyoyu arayan bir kadına “biz sizinle daha önce yatmış mıydık?” diye sormak dürüst bir harekettir aslında. Bu herkesin aslında çok yalnız olduğunu gösterdi, ikincisi de sıra dışı olanı dokunulmaz olanı çok fazla ucuzlaştıran, basitleştiren şey insanların hoşuna gider. Yani tabu olan bir konuyu çok rahat konuşan adamlar onun için güvenli bölgedir aslında. Şöyle ki, iki adam cinselliği çok basite indirgiyor. Dolayısıyla kadınlar burada daha çok tepki veriyor. Zaten bu kadar büyümesi de ondan oldu. İkinci filmi bu nedenle buraya odaklamaya çalıştım. Sevda karakteri bu nedenle onlar gibi oldu. Yüklerinden kurtulmak isteyen bir kadını çizdik. İlk film bu nedenle çok ilgi gördü. Ama tabii bir felsefesi de vardı. O felsefenin içindeki kaygıları da vardı.
Haberin Devamı
 “Yalnız olmayı kimse seçmez aslında. Cool görünmek için yalnız olmayı tercih ediyormuşuz gibi gösteririz ama ne olursa olsun yalnızlık kötü bir şeydir. Keyif alınan bir şey değildir.”
Kaybedenler Kulübü’nün senaryosu bir sözlük gibi. Filmdeki cümleler dillere pelesenk oldu. İlkinin kitabı basılmıştı. İkinci film için de böyle bir projeniz var mı?
Evet, ikinci filmin de kitabını basacağız. Hatta şöyle bir anım oldu. İlk film çıktıktan sonra bir görüşmeye gitmiştim ve bana “nasılsın?” dediklerinde ben “standart” diye cevap verince herkes çok gülmüştü. Neye güldüklerini anlamadım bir an. Ben o zaman fark ettim günlük terminolojiye girdiğini.
Haberin Devamı
Kaan ve Mete’yle yollarınız nasıl kesişti?
Kaan’la 23 senedir arkadaşız. Ben 19 yaşında İstanbul’a gelmiştim. Kaan’la tanıştığımızda da 20 yaşındaydım. Kelepir Kitabevi’ne bir iş başvurusu yapmıştım ve orada tanıştık. Sonra birlikte yaşamaya başladık ve o berjer hayatı başladı. On yıl kadar birlikte yaşadık. Mete’yle de Kaan vasıtasıyla tanıştım.
Hemen burada şunu sormak istiyoruz. Filmde Rıza Kocaoğlu’nun oynadığı karakterin gerçek hayattaki karşılığı sizmişsiniz diye duyduk.
Evet, o karakter benim. J Murat karakteri benim üzerimden ortaya çıktı. Zaten birlikte yaşarken filmin felsefesi ortaya çıkmaya başlamıştı. Ama bahsettiğim gibi o dönem sektörün durumundan dolayı ben bir radyocunun hikayesini anlatan senaryoyla gittiğimde sıcak bakmıyorlardı bu fikre. Çok sofistike olduğunu, anlaşılmaz olduğunu söylüyorlardı. Ara ara radyoya gider dinlerdim. Güzel bir şiir dinlemek gibiydi oradaki diyaloglar. Sonra film ortaya çıktığında hepsi çok şaşırdılar. Ama mutlu da oldular.
Haberin Devamı
Kaybedenler Kulübü Yolda filmine geçelim. Filmi çekmeye nasıl karar verdiniz? İlk filmden sonra beklentilerin çok yüksek olma ihtimali siz de tedirginlik yarattı mı?
Filmi yapmaya karar verdiğimizde bunları kendi aramızda konuşmuştuk ama bazen kulağını kapatman gerekiyor yoksa altından kalkamazsın. Benim ikinci filmde hikâyeyi bir de kendi gözümden anlatmakla ilgili bir derdim vardı. İlk filmde Tolga Örnek çok iyi bir iş çıkarmıştı ama o Kadıköy’e dışarıdan bakan, orada yaşamayan bir gözle anlatmıştı. Biz orada yaşayanlar olarak, o adamların daha derinlerde ne hissettiğini ne düşündüğünü de anlatmak istedik. Söyleyecek sözüm vardı aslında. Filmde de bunu ifade edebildiğimi düşünüyorum. Bu bir devam film değil. Sadece karakterler aynı, Kadıköy aynı. Burada kadın gözüyle anlatmak istedim. O toplumu, yaşadığımız duyguları bir de Sevda karakteri ile anlatmak istedim. Kaan’la Mete herkesin hayatında olmasını istediği, âşık oldukları ama asla birlikte devam etmek istenmeyecek karakterler. Biz burada biraz dışarı çıkıp, Sevda gözüyle bakmak istedik. Filmdeki yolculuk bunu anlatıyor aslında. Güney’de her şeyin çok parlak başladığı bir hayat, kendi topraklarına yaklaşmaya başladıkça bulutlanır ve kararan bir duyguya dönüşmeye başlar, gökyüzü de böyle gider filmde. Gerçekle yüzleşmektir bu. Güney’e gidip de sahile yattığında gerçek hayat o değildir aslında. Sevda karakteri de bunu yaşıyor. 
Haberin Devamı
Sinema tarihi, kült yol filmleriyle doludur. Sizin favori yol filmleriniz hangileri?
Aslında o kadar çok var ki. Buna hemen David Lynch – The Straight Story, Dennis Hopper – Easy Rider şüphesiz ve Carlos Sorin – Historias Minimas diye cevap verebilirim.
Gişe filmleri ve sanat filmleri diye iki kategoriden bahsediliyor. İlkinde nitelikle ilgili, ikincisinde ise “sıkıcılık” konusunda problemler olduğu dillendiriliyor. Sizin fikriniz nedir bu konuda?
Ben bu ayrımı çok doğru bulmuyorum. Örneğin bir yönetmen ben bir sanat filmi çekeceğim dediği zaman oturup bunun üzerine konuşup sohbet edersiniz. Ama başka biri gelip resim yapmaya başladım ve Fransa’da sergi açmayı düşünüyorum derse verdiğimiz reaksiyon çok farklı olur. Çünkü resim yapmak bir meseledir. Bir sanattır. Duvar boyamak gibi bir iş değildir ki, duvar boyamak bile başka bir tecrübedir. Ama sanat filmi yapacağım dendiği zaman böyle bir tepki vermiyoruz. Oysa ki bir anda sanat filmi yapmaya karar veremezsiniz. Yani bir sabah uyandığınızda Tarkovsky olamazsınız. Dolayısıyla sıkıcı bulunan tarafı doğru, çünkü ehil insanlar tarafından yapılmıyor. Bir filmin sanat filmi olabilmesi için onun yönetmeninin bu yolda çok ciddi çaba harcamış, çok fazla denemeler yapmış olması, bir sanatçı kimliği kazanmış olması gerekir öncelikle. Sanat filmi sanatçıdan çıkar. Bu nedenle sıkıcı da olması, yanlış ve hatalı da olması normaldir. İyi film de vardır, kötü film de vardır. Bir filmin entelektüel düzeyinin ne olduğu tartışılabilir. Örneğin bir Derek Jarman filmini vizyona sokup herkesin anlamasını bekleyemezsin. Ya da neden az izlendiğini sorgulayamazsın. Çünkü bu filmleri izlemek bir entelektüel birikim gerektirir. Çok güçlü bir resme bakan herkesin o tabloyu anlamasını bekleyemeyeceğimiz gibi. Bunun için bir birikim gerekir. Dolayısıyla iyi film vardır. Umarım ben de bir gün bir sanat filmi çekmeyi becerebilirim. Örneğin Amores Perros (Paramparça Aşklar ve Köpekler) festivale gelmişti. Festival muhteşem geçip tüm dünyada da ses getirince film vizyona sokuldu. Sonra DVD’si çıktı. Film milyonlar sattı. İşte burada da bir festival filmi, bir sanat filmi olarak yola çıkıp milyarlarca para kazandı. Şimdi bu filme gişe filmi mi diyeceğiz, sanat filmi mi? İyi bir film diyebiliriz sadece. Dolayısıyla seyircisini de buldu.
Bazı yönetmenler aynı oyuncularla çalışmayı sever. Geçmişte de bunun birçok örneğini görebiliriz. Sizin de son dönem dizi ve filmlerinizde aynı oyuncuları görebiliyoruz. Bunun özel bir sebebi var mı?
Sadece iyi anlaştığın için bir oyuncuyu tercih etmezsin. Hem iyi oyuncudur hem iyi anlaşıyorsundur. Diğer türlü sadece iyi anlaşıyorsun diye bir oyuncuyla çalışmak doğru değildir. Ama her iki şekilde de olması elbette bir yönetmenin işini çok kolaylaştırıyor. Bizim için en önemli şey o karakterin en iyi şekilde yansıması. Tatlı sitemler oluyor tabii bu konuda. Ama illa bu ekiple çalışacağım diye bir kuralım yok. Bazen oyuncu seni manipüle edebiliyor senaryo yazarken. Oyuncu ister istemez senin kafana gelip yerleşebiliyor o sırada. Örnek vermem gerekirse Biutiful filminin yönetmeni Innaritu, Javier Bardem kabul etmeseydi filmi çekmeyecektim demiş. Tamamen ona yazdığını söylüyor. Bardem olmasa olmaz mıydı, olurdu belki ama kafasında onu yaratmış. Benim için de aynı şey geçerli oluyor bazen. Ben Timuçin Esen’le, Nejat İşler’le, Mehmet Günsür’le çalışmayı seviyorum, evet. Aynı kadroyla yine bir projede buluşabiliriz. Ama dediğim gibi o karakterin tam üstlerine oturması gerekiyor. Hatır gönül işleriyle olmayacak bir işe de kalkışmak facia olur zaten.
“Bugün bir filmin ilk dakikalarını izlediğimizde hiç sesini duymadığımızı varsaysak bile o film bir Kuzey Avrupa filmi mi, Fransız filmi mi ya da Alman filmi mi olduğunu hemen anlayabiliyoruz. Çünkü bir kadrajı, bir anlayışı, bir görsel dili var. Ama Türk Sineması’nda bu yok. Çünkü Türk Sineması diye bir şey yok.”

 

Ülkemizde Yeşilçam’dan bugüne bir sinema geleneği olduğundan söz edilir. Peki siz ülke sinemasının son dönemdeki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Maalesef 1960’lardan beri Türk Sineması diye bir şey yok bizim ülkemizde. Bugün bir filmin ilk dakikalarını izlediğimizde hiç sesini duymadığımızı varsaysak bile o film bir Kuzey Avrupa filmi mi, Fransız filmi mi ya da Alman filmi mi olduğunu hemen anlayabiliyoruz. Ama Türk Sineması diye bir şey yok. 1960’larda dünya çapında bir güce ulaştığında, köy gerçekçiliğiyle Türk Sineması parladı. Fakat dünya çapında bir üne kavuşunca talebe göre filmler çekilmeye başlandı. Üç günde dört günde filmler çekildi. En son 1980’lerde 25 ilde sinema salonu yoktu. Ben 90’larda sinema yapmak istiyorum, film çekmek istiyorum dediğimde film üretilmiyordu. Sektör yok olmaya doğru gidiyordu. Yani Türk Sineması vardır ve yılda 60 film üretir gibi bir durum yoktu. Şimdi yine aynı durumlara geri döndük. Aynı filmleri tekrar tekrar çekmeye başladık. Bu şekilde sektör yine aynı dersi alamadan yeniden toparlanmaya çalışacak. Bizde herkesin bireysel hareket etmesi gibi bir durum söz konusu çünkü. Burada seyirciyi suçlayamazsınız. Seyirci hiçbir zaman suçlanmamalı. Seyirci izlemiyor diye farklı filmler çekmemek doğru değil. Bugün Türkiye dizi film ithalatında ikinci sırada. Bu bizim bir pazarımız olduğunu gösterir. Buradan yola çıkarak bir filmi kaç kişi izledi basitliğinde düşünmemek gerekiyor. Dizilerde bunu başardıysak sinemada da başarabiliriz. Bunun formülü de bahsettiğimiz derneklerin grupların birlikte çalışması, birlikte düşünmesi, birbirlerine destek olmasında saklı. Evet komedi filmleri şu an çok fazla yer kaplıyor ve diğer kategorideki filmler kendilerine yer bulamayabiliyor. Yani aslında o kadar da izlenmiyor diye filmler çekilmiyor değil. İzleyecek olan seyirci de izleyemiyor bu nedenle. İnsanlar filmlere ulaşamıyor. Bu formüllerin geliştirilmesi, fonlarla desteklenmesi gerekiyor. Yurt dışında sinemacılar birbirine topluluk olarak kenetlenmiş, kendi kültürlerini yaşatmak için birbirlerine destek oluyorlar.
Filme gelen eleştirilerle ilgili neler söylemek isterseniz?
Amerikalıların söylediği şöyle bir söz var aslında: “Kötü eleştiri çok kalp kırar, çok dağıtır. İyi eleştiri de asla yeterince iyi değildir.” Ben ilk defa bu ikinci filmle eleştirilerden uzak durmayı başarabildim. Bir iki eleştiri dışında çok fazla okumadım. Uzak dursan da eleştiriler geliyor tabii. En büyük eleştiri hep, ilk film gibi değil oldu. İlk film gibi yapsaydık bu sefer ilk filmin aynısı diye eleştireceklerdi. Daha önce bahsettiğim gibi benim söyleyecek yeni bir sözüm vardı ve filmi o nedenle çekmeye karar verdik. Kaybedenler Kulübü Yolda’yı 2012-2013 senelerinde yapsaydık evet bu ticari bir kaygı olurdu. İlk filme gelen yoğun ilgiden yola çıkılarak yapıldı denebilirdi. Muhtemelen o dönem çıkarsaydık gişesi bambaşka olurdu. Ama Kaybedenler Kulübü filmine ticari bir kaygıyla yaklaşıp ikincisini çekmek filmin felsefesine ters düşerdi. Ahlaki olarak iyi hissetmezdik kendimizi. Bu bambaşka bir film. Bir kıyaslama olsun diye yapmadık. İlk film gibi değil eleştirisi, iyi bir eleştiri benim için. Bu filmde çok Kadıköy’cülük var denmesi de iyi bir eleştiridir benim için. Çünkü Kadıköy her zaman bir kültür merkezi oldu. Edebiyatın, müziğin çok olduğu, konuşulduğu bir merkez oldu. Bunun konuşulması bile iyi bir şeydir.
Son olarak ülkemizdeki sinema eğitimi hakkında da fikirlerinizi almak isteriz. Önemli yönetmenler yetişiyor son dönemde evet, ama birçoğu da akademiden çıkan isimler değil. Sinema televizyon okuyan, kariyerini sinema üzerine yapmak isteyen üniversiteli arkadaşlarımıza önerileriniz neler olur?
Genel problemin okuma olduğunu düşünüyorum. Çünkü bilgiye ihtiyacımız var. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak ya da yaşamadan yazmak gibi bir durum var. Teknik olarak bu iş dünyanın en kolay işlerinden biri. Çünkü bir ekip var altında. Uçak kaldırmak gibi bir iş değil bu. Bu işin tekniğini okullarda görüyorsunuz. Bu nedenle okumak ve yaşamak gerekiyor. Gezmek ve gözlemlemek gerekiyor. İngilizlerle çalıştığım dönemde meslekteki yaş gruplarını sormuştum. İngiltere’de asistanlık yapan biri 32-33 yaşlarında yardımcı yönetmenliğe gelirse o genç bir yardımcı yönetmendir demişlerdi. 35 yaşından önce yönetmenliği meslek edinmek, eğer kendine ait çok spesifik bir hikayen yoksa, bence biraz erken, çünkü yönetmen olmak için ilk önce yaşamış olmak gerekiyor. Deneyimlemeden, gözlemlemeden sadece tekniği öğrenerek o tecrübeye gelemeyiz. Yönetmenlik bir duyguyu ifade edebilme yetisine ulaşmaktır. Bir oyuncuya o duyguyu anlatabilmektir. Bu nedenle benim tavsiyem, çok okumak, çok yazmak. Devamlı bir şeyler çeksinler. Cep telefonuyla bile kısa filmler çekilebilir. Yapabildikleri kadar pratik yapmalarını tavsiye ederim.
Röportaj: Erkmen Özbıçakçı – Tuğba Badal
ORİJİNAL HABER LİNKİ